29 Ocak 2016 Cuma

Bırak elindeki kitabı ve düşün hayatını

“Bir senfoni yazarak bir dünya yaratılır” demiş Gustav Mahler (1860-1911), bu sözlerden ilham alarak belki, bir roman yazarak da bir - ya da birçok - hayat yaratılır diyebiliriz. Senfoni form olarak dinleyeni bir yolculuğa çıkarır, aynı roman gibi; birçok temayı barındırdığı için sadece dünyanın bir yüzünü değil, farklı yüzlerini gösterir, çeşitli evrelere sahip bir yolculuk gibidir. Senfoni bittiğinde yolculuk tamamlanır, bilinmedik yerlere gidilmiş ve tanıdık yerler tekrar görülmüştür.

Roman yolculuğu buna benzer, okudukça yeni sözcüklerle yeni yerlere gider okur, yeni insanlar keşfeder ve arada tanıdıkları görür. Bazı yazarlar bizi bedenlerinde ya da zihinlerinde yolculuğa çıkarırlar. Son haftalarda okuduğum Murat Gülsoy’un Yalnızlar İçin Özel Bir Hizmet ve bu hafta okuduğum Varuna’nın Bin Gözü böyle romanlardı. Yolculuğa davet olarak okunacak metinlerdi, ortak özellikleri okur tarafından tamamlanmayı beklemeleriydi.

Gecelerin Tanrısı Varuna
Melih Ergen’in Varuna’nın Bin Gözü’nü, öncelikle Varuna’yı anlayarak başlayalım. Hindu tanrılarının en önemlilerinden biri olan Varuna, geceyi temsil eder. Karşıt güç Mitra ise gün ile bağdaştırılır. Varuna doğa güçlerinden çok ahlak ve sosyal ilişkilerle ilgilenen bir tanrıdır, Veda’larda yasaların koruyucu gücüdür, Rigveda’da her şeyi bilen ve gören bir güçtür. Bütün yalanları gören, gerçekleri anlayan, insanların saklamaya çalıştıklarını bilen tanrı Varuna, bu gücüyle ilahi adaleti sağlar, çünkü o, yalanların altında yatan gerçekleri bilir. Yıldızlar, Varuna’nın gözleridir, bir bakıma onun ajanları, yardımcı habercileridir. Yıldızlar sayesinde karanlıkta yolunu bulur, doğruları görür. Zifiri karanlıkta renk yoktur, gölge yoktur ve dolayısıyla farklılıklar yok olur, bunları ancak bin gözlü olduğu söylenen Varuna görebilir.

Varuna tam da bu anlamlarıyla romandaki tanrı-anlatıcıdır, romanın yazarı ve okurudur. Metnin üst gözleridir, gizli kalanları gören ya da görünür kılan ışıktır. Melih Ergen’in romanını bu gözle okumaya başlayınca hayatımda ilk defa dışardan bakan, metnin dışındaki okur olmadığımı hayal ederek okuduğumu fark ettim. Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili kitabında şöyle der: “İster tasasız, sıradan, anlayışsız olanı olsun, isterse akıllı, sorgulayıcı, anlayışlı olanı, yazar için daima başkasıdır okur çünkü yazara metnin daima bir dışı olduğunu hatırlatır.” Melih Ergen Varuna’nın Bin Gözü’nü, Gürbilek’in sözünü ettiği bir “dış”a, ötekine ya da “onlara”, sırtını çevirip yazmış. Dışı olmayan bir metin çıkarmaya çalışmış. “Yaşadıklarını gerçek, okuduğu romanları kurmaca” sanan okura seslenerek onu bu yanılgıdan kurtarmak istemiş. “Sen” olarak hitap ettiği okura “seninle birlikte yazabilmek için ne hayaller kurmuş” olduğunu söyleyerek bu yolculuğa davet etmiş.

Eğer bir roman okuruyla birlikte yazılacaksa, kurgunun belirleyici olmaması gerekir (tabii bu okumayı güçleştiren bir yapı) ve bütün boşlukları okur doldurmalı. Varuna’nın Bin Gözü böylesi boşluklarla dolu, Ergen araya “...” şeklinde boşluklar koymuş ve okur tam bir temaya ulaşacağını sandığı anda yine onu baştaki karanlığın içine sürüklüyor. “... sense yatmadan önce okuma alışkanlığın yüzünden para verip aldığın bu kitaptan ötürü olur olmaz düşüncelere kapılıp, “Nedir bu okuduklarım, rüya mı yoksa roman mı?” diye sormuşken kendine, bunu yanıtlamaksa yalnızca bana düştüğünden şimdi, önce bunu anlatmalıyım sana...”

Bütün bunlar çok akıl karıştırıcı gelebilir fakat hep bir kör çocuğun bir yerlerden çıkmasını, sevgilinin yeni bir yemek tarifini ya da kayıp yaşlı bir adamın bulunmasını beklerken, hiçbir devinim olmadan, bir olayın anlatılmadığı metni okumayı sürdürüyoruz. Örneğin bir kez kör bir çocuktan söz edilmiş olması böyle bir beklenti yaratıyor. Ayrıca bir sevgiliden bahsedilmesi, bu ilişki hakkında merak uyandırıyor. Bunun nedenini son zamanlarda okuduğum romanlarda çok sık düşünme fırsatı buldum: insan zihni sürekli bir nedensellik arayışı içinde olduğu için, bağlantı kurmak isteyen bir makine olan beynimiz kurgu oluşturmaya başlıyor. Zaten uygarlıkları, dinleri ve tarihi bu nedensellik sayesinde anlıyoruz. Ergen bu romanında neden-sonuç ilişkisi kurmadan düşünmeye çağırıyor bizi. “Anlasan da bir, anlamasan da artık: oysa seninle hayal edeceğimiz bir başka dünyanın işaretleriyle konuşabilseydik bu romanda, sözgelimi bebeklerle hayvanların dilinden (...) sen kahramanın gözünden olmayıp yalnızca kendi bilgilerinin ışında baktığın için bu satırlara anlamak istemiyor, anlattıklarımı rüya sayıp kendini uzak tutmak istiyordun onların dünyasından, oysa hayvanlarla bebeklerinin gözlerinden bakan biri daha vardı bu romanda ve üstelik senin de artık yakından bildiğin Varuna’dan başkası değildi bu; hani şu gözleri geceleri gökyüzünde dolaşan yıldızlar olup bizi ve yaşadıklarımızı kıs kıs gülerek seyreden Tanrı Varuna!”

Kent ve gökdelen
Romanda bir “kent” anlatılıyor fakat bu anladığımız anlamda bir kent değil, ne de bir mekân, bölge ya da haritada bir yer. Bu kent, zaman ve mekân bileşiminde oluşmuş bir an. Sokak’ları da harflerden oluşuyor. Tek öğrendiğimiz kentin orta yerinde bir gökdelenin olduğu ve tüm kentin bu gökdelenin gölgesinde kaldığı. Romanda tek adını bildiğimiz karakter Mahmut da öyle, bir kahraman değil, harflerin oluşturduğu bir isim. Melih Cevdet Anday’ın M’si, Arthur Rimbaud’nun A’sı, T.S. Eliot’un T’si, vb...

Aslında romanı bir yolculuk olarak algılamamızı istiyor yazar: bu yolculukta gezindiğimiz kent harflerden oluşuyor, düşünceler ise sözcüklerden. Bu belki de yazı hakkında bildiğimiz tek gerçeklik. Sonuçta roman yazıdan başka bir şey değil, yazının bu gerçeğini unutup romanlardaki kahramanlar için ağlayan, onlara hayranlık duyan, olayların gelişimi karşısında heyecanlanan okur olmaktan kurtarıyor bizi (en azından bu seferlik!). Romanın sonlarına doğru “Şimdi bırak artık elindeki bu kitabı ve yeniden düşün hayatını” sözleri, bunun en iyi kanıtı.

Asuman Kafaoğlu-Büke


15 Ocak 2016 Cuma

Varuna'nın Bin Gözü

Ne de olsa, ancak karanlıkta ışır hakikat...


Melih Ergen'den kaybolanları, arayanları, ölenleri, ölmeye teslim olanları, kaçanları, hayal kırgınlarını anlatan kısa ama yoğun bir roman. Birbirlerinin rüyalarında dolaşmaya cesaret edenlere tutulan göz alıcı bir ayna...