20 Ekim 2016 Perşembe

Varuna'nın Bin Gözü

Anlatımın Kendisini Amaç Edinmek

Hayri K. Yetik


Melih Ergen’in Varuna’nın Bin Gözü’nü okumam ilerlerken adı gibi anlatımı da beni Derrida’cı bir algılamayla konuşlandırdı. Bu, benim öznelliğim, duyarlığıma bağlı; ama aynı zamanda metnin kendini özne kılabilmişliğinden kaynaklanıyor. İşin ilginci, metnin kendini sunuşunun okurla bakışımlı bir edilgenlik savında olması… Anlatmak istediğim şu: Göstergelerin, hem metnin konu edindiği zaman kavramıyla, hem de metnin anlatı, anlatım ve okunma süreciyle eşsüremli, özgür ve püskürürcesine dans müziği içine alması insanı. Bu yolculuğuma eşlik eden bir izlenimim de zaman göndermesi olan romanının adındaki göze ilişkin büngüldek tahayyülüm. 

Olay ne, türü ne olabilir sorularına yanıt istenirse, bir roman (novella) çocuğun birini öldürmüş tabancasını denize atmış soğukkanlı bir adamın yürüyüşüyle başlıyor, diye belli belirsiz oluntulardan sözedilebilir. Arkaplan betiminde olaylar/hayaller de düş gibi zamandan bağımsız seyrediyor. Sonrasındaki oluntularda eş ya da artsüremli tutarlılık görülmüyor. Tutarsızlığın tutarlılığı demek ki gözetilen, yani anakronizm kaygısı yok anlatıcının. 

Aslında düş demişken anlattıklarına “hatta adamın gördükleri rüya bile olamazdı artık; olsa olsa roman” diyecektir ileriki sayfalarda. Ve sonunda bu anlatılanlar senin hikayendir demiş olsa bile aralarda birçok yerde kendi hikayesini öyküleştirdiğini de açıkça veya ağzından kaçırmış olarak beyan edecektir. 

Üstelik bu anakronizm Varuna’nın Bin Gözü’nde “tabanca bir kez dönmüştü etrafında, iliğine kadar ıslanıp öyle batmıştı suya, ardında kabar kabar kabarcıklar” betiminden de anlaşılacağı gibi aynı zamanda mekânsaldır. Postmodern bir film gibi okuru da katmak için görüntüler arasında gezdiriyor kamerayı. Bir yandan da okumayı sürdürmesi için “birbirimizin rüyalarında dolaştığımızı görecektin” dediği okuru kışkırtmak, çatışmanın bir boyutu veya bir başka gerilim çatkısı olarak çıkıp gidecek diye endişelenir gibi yaptığı, gitmesin diye onu da kattığı bir mukabele… 

Böylece vitrininde bir polisiye görünen, içerde rüya tabirine ve felsefi çözümlemelere dönüşen ama hiçbir zaman öykülemenin gerilim dozunu düşürmeyen, kendisinin de dediği ve belli ki bir kahraman gibi katıp gözettiği ‘bilge okur’u/yazarı/kahramanı hatta yaratacağı, eğiteceği, yönlendireceği -en azından kendimden bilmekteyim bunu- türlerin iç içe geçtiği melez bir yapı, dilin, sözün, sesin, harfin, kavramların, önermelerin, olumsal değerlendirmelerin, ironinin, parodinin cirit attığı bir cümbüş, bir festival. Bir palempsest metin. 

Anlatımı ya da tasavvuru ya da başka bir seçimi/tutumu, hangisi belirliyor gerektiriyorsa ayrıntılı betimlemelerine Ergen’in yakışıyor. Bunun fark edilmesi için olabilir “bir de öldürdüğü çocuğun gözleriyle gece, ama gece sinsi bir yılan gibi sokulup dolaşınca evin içinde bu sesler duyulmaz olmuştu artık, (hangi sesler?) bir tek çatı katından gelen sesler derken bu sesleri bastıran bir kız ama televizyonda, politik yorumlarsa öteki kanalda, ekranın ardında kalan görüntülerse anlam ötesi olduğundan yakıcı, anlatılır ama yazılamazdı şimdi: ‘Tısss...’” dediği gibi yargıyı belirsizleştirircesine girişik bileşik cümlelerle sözü uzatıyor. Sanki Şehrazat; eğer gerilimin dozu düşerse, anlatım kesintiye uğrar da şafak sökerse ölüm olacak gibi. 

Ne uğrak gözetiyor ne de amaç, anlatımın kendisinin, eşdeyişle gösterenin kendisini amaç edinmiş bir serüvene dönüştürüyor metnini. Gerilim de estetik haz da özne nesne yüklem çelişmelerine rağmen duyumsanıyor, hükmünü icra etmiş oluyor böylece. İyi okurlar anlayacak ki bu yolculukta yazar bir yere vardırmayacak, belki bir novella olmasının da nedeni uzun cümlelerin yeterince uzun bir yolcuk olduğundan kısa kesmiş olsa hikayesini öyküsünün, bu bir sayfa meselesi. Hikayesi sonlanmayacak bununla. Bu, Sağır Bellek romanının kahramanı Mahmut’un burda da ortaya çıkmasından belli her şeyden önce. 



Birçok pasajı gibi hem bunu örnekleyebileceğimiz “dolaştığı caddelerle sokaklar verevine görünüyordu çünkü yollar parçalanmıştı; insanların yüzleri asıktı çünkü içleri parçalanmıştı; okuduğun bu cümleler anlaşılamazdı çünkü anlam parçalanmıştı ve şimdi anlaşılmaz olan bu cümlelerin arasından göğe doğru yükselen gökdelen, neredeyse yazgılarını bile çatarken bu insanların, gölgesi de kentin arka sokaklarını bile kapladığı için bir yandan, bu yüzden insanlar kendileri olamayıp hep bir başkası kılığında dolaştığından sokaklarda, (bitmedi henüz:) her yanı bir anda kaplayan bu arsız gölge bir karabasan gibi çöktüğü için kentin üstüne, kent de çıldırıyor..çıldıracak..çıldırmıştı sonunda!” sözcelemi felsefe, mitos, düş ve gerçek arasında gidip gelen yaşamı düşe düşü mite, miti “gelip geçen günlerin bezdirici tekrarı yaşananlara” karan ikisi arasında ayrımsız ve serbest atış felsefe yapan bir mecrada gelişiyor novellası Melih Ergen’in. 

“Kaos Teorilerine Felsefi bir Yaklaşım’ adlı kitabı arıyordun, sanırım düzensizliğin düzenine olan ilk isyanındı ama” “Boş Zaman’ ise adının ötesinde anlamı olan ‘manâ’nın zamanıydı artık” gibi hikemî, ‘Anlam,’ insanın var oluşuyla başlayıp yanıtlanması güç bir soru olduğundan, tabii ki bunu fizikötesi sayılacak bir zamanın içinde arayacaktı adam” ve “özgürlüğün yalnızlıkla veya ölümle sağlanabileceğini düşünmek” gibi felsefi, “yalnızlık bile alıp başını gittiğinden” “harıl harıl yanıp gitmiştin de, bir avuç kül niyetine öğütlerini bırakmıştın geride” gibi dize değerindeki sözcelerinin anaforuna kapılıyor insan okumaya koyulur koyulmaz. 

Bir söz karnavalı, bir maskeli balo gibi her yerden bir mecaz ya da başka bir eğretileme olarak söze geliyor kavramlar. Bir yargıya varmıyor ama hiçbiri. Bu şudur diyecek olduğunuzda bir başkasına dönüşüyor. Sözgelimi anlatı mı okur mu roman kahramanı mı Mahmut mu yoksa anlatıp durduğu eli silahlı, bir çocuğu öldürüp şehrin kalabalığına karışmış adam mı, evde ödev yapan kızına bir hayalet gibi görünen dev adam mı, karışıyor. Her imgenin, her sözcenin ucu açık, bilinçli bir kesinlemesizlik. Bilinçli olduğunu “bütün roman yazarları kurdukları hayallere yaslanarak anlatabilirlerdi gerçekleri ama ne denli uğraşsalar bile asla gizleyemezlerdi kendilerini, bıraktıkları böylesi ‘........’ boşlukları da ne yapsalar dolduramazlardı yazdıklarıyla, istersen deneyebilirsin sen de” dediğinden veya benzer başka bir cümleden, sözgelimi “bıraktığım şu boşluğa ‘.…….’ kendilerini mi yazarlar diye boş yere düşünüp duruyordum tabii. Kahramanlar” vb söylem parçalarından anlayacaksınız. 

Ya da şurdan: 

“Bak; Mahmut tam karşında, sana bakıyor: Baktığın ayna! Masaya geçip bunları yazan sensin. Ben ikinize birden bakıyorum. Nasıl da benziyorsunuz Mahmut'la birbirinize."

“Peki, baştan alalım o zaman ama artık dikkatli oku: Bak, Mahmut tam karşında, sana bakıyor: baktığın ayna! Masanın başına geçip bunları yazan sensin. Ben her ikinize birden bakıyorum. Sen artık Mahmut'sun, ben de öyle; çünkü ikinize birden bakıp çoktan ‘siz’ oldum da, yalnızlığı tanrının elinden alıp ve böylece kendimi tanrı kılarak yazdım bunları. Ne yani, hâlâ yazarla okuyanı bir kılmak mantıklı gelmedi mi sana, oysa kim ki bir kitabı baştan sona kadar okuyorsa, bil ki o kitabın gerçek sahibi kendisidir.” 

Metin içi bir arayış, hatta yazarın kurgusunu, novella, roman, öykü her neyse kendi metnini, dilini arayışı gibi de okunabilir Varuna’nın Bin Gözü ama, bir arayış değil bir kayboluş, kaybolmak üzere yola koyulunmuş gibi arada aradığını bulacak gibi olsa da “televizyonu açık kahve fincanı içmekte olduğu için henüz sıcak” onun odasında o olmayacak. Adam çocuğu ve hayalleri gibi kendisi de kayıp çünkü” dediği üzere bir anlatı. 

Belki de kaybedilmiş bir kentin, hatta kentliliğin vesvesesi. Hatta belkisi fazla vesvesesi az: çıldırmış, daha da çıldıracak dediğine bakılırsa bir kıyamet gibi algıladığı da söylenebillir. Arayışlar kayboluşlar bundan. 

Tam burada politik bir ironiyle karşılayacak okuru: 

“Devlet işte bu yüzden ‘ivedi’ önlemlerini almıştı hemen, kentin dört yanına oklar-işaretler-levhalar asmıştı: ‘İstihbarat Servisine Gider!’ ‘Adliye Binasına Gider!’ Karakola Gider! ‘Cezaevine Gider!’ Tımarhaneye Gider!’ Ama nedense ‘Kaybolanların Yanına Gider!’ diye bir levha yoktu ortalıklarda…” 

O zaman anlaşılacak ki yazar da anlatıcı da ‘kim vurduya’ gitmiş” dediği hayatlar da sanıldığı gibi başıboş değil; bu, anlatıcının olmasını istediği ama hayatta var kılamayıp metin olarak uygulamak istediğidir; özgürlük bundan ibarettir ancak böyle panoptikon gibi bir denetim sözkonusudur. 

İşte Melih Ergen’ın anlatıcı olarak karakteri de böylece ete kemiğe bürünmüş olur: apolitik bir tutumla politika yapar. Elbette ki bu mesaj vermekten başka bir şeydir, öğretici, bildirici değil, gerilimi anlatımından menkul duyumsatıcı betimleme yoluyla. Kendi metnini de kurgusökümüne uğratan bir edimsellikle. 

Anlatımın gerisine atılmış olayların ileri-geri gidim-gelimleri bölüm başlıkları ve giriş cümlelerinden de anlaşılacağı gibi zamana ilişkin kurgu, dediğimiz gibi yazınsal olanağa dönüştürülmüş anakronizm de bu kayboluşun evrensel boyutlarına dikkat çekmek içindir. 

“Roman ya da gerçek; sözünü ettiğim adamsa rüyasında olsa bile öldürdüğü çocuğun hayaletinden kurtulamayacağını anlayınca başıboş dolaştığı bu kentin çıkmazlara açılan arka sokaklarından evine dönerken[…] yalnızca geceleri gören tanrı Varuna ve onun gökyüzündeki bin gözü”ne dönüşecektir. 

Bu saptamalardan aşırı yorum denmezse bendeki çağrışımlarına göre diyebilirim ki adam çocuğu kurban ettiği panoptikon denetleyicisinin yanında her şeyi kaybeden bir de Varuna vardır. Lacan’ın ancak küçük ötekisi insanlarla düşünülebilen bu büyük öteki. Zamanın efendisi, hatta kendisi olmuş. Ya da hiçlik, dünyayı içinden çıkartan İbni Arabî’nin deyimiyle fışkırma kendini kendine öteleyen bir oluş. Gök tanrısı, “hani şu gözleri geceleri gökyüzünde dolaşan yıldızlar olup bizi ve yaşadıklarımızı kıs kıs gülerek seyreden tanrı Varuna!” 

Novellamızın ikinci bölümü “sabah” başlığı altında erkenden kalkıp işe gitmiş adamın “çan sesi peşinde ofisinde oturup güneşin doğuşunu bekler” cümlesiyle başlar. Burada Lacan’ın başka bir tanrı tarifindeki gibi kendini geri çekip gözleri yıldızlarla dünyayı denetleyen tanrı şimdi eşyaya sinmiştir. Bu da panoptikonun aynı zamanda bir içsel denetim içerdiği, eşdeyişle insanların gözetleniyorum kaygısını içselleştirdiğini düşünmemize gönderge oluşturuyor. 

Alt, üst, erek, kaynak metinlerin iç içe geçtiği çok katmanlı Varuna’nın Bin Gözü edebiyatımızda yer ayrılması gereken bir roman. Kendi adıma aradığımı fazlasıyla bulduğumu söyleyebilirim; ancak, yazarın tevazu gösterisi veya romandaki anlatıcının kurgu oyunu diyebiliriz, ‘onun okuru’ aradığını bulamıyor gibi… Belki de kendini bulamıyor ya da kendi trajedisini gördükçe sayfaları çevirmesinden belli kendiyle karşılaşmaktan da hoşlanmıyor. “Bir roman asla tasarlandığı gibi yazılmaz, radyo programı yapmaya benzer yazmak, bir boşluğa konuşur durursun işte böyle” diye de uyarıyor nesneleştiremediği, özneleştiremediği okur-kahramanını. Böyle bir amacı yok çünkü. Ancak ben yine de sorasıyım uzamına karışıp “ne boşluğa söylenmiş değil ki” her şey hiçse, diye…




Roman kendini ortaya koymaktadır zaten ama, yine de romandaki değişik kimlikleriyle, bir eli tabancalı adam, bir Mahmut olarak görünen hayaletimsi okura “Okumaya devam ettiğin bu romansa (doğrusu pek emin değilim ama)” “sen hâlâ kesintisiz ilerleyecek bir öykünün peşindeydin” diye sitemde bulunuyor ve “yine bilmeni isterim ki ben bunu seninle birlikte yazabilmek için ne hayaller kurmuş, söz gibi yazının özgür, kendi başına buyruk, ‘anarşist’ olan (bak işte, arayıp bulamadığım sözcüğün tam yeri!) büyüsüyle bizi tersinden okunabilen romanlara taşıyabileceğini, her ne kadar bu düşüncelerim hezeyana dönüşerek seninkilere benzemeze de, (benzemesin zaten) rüyaların hoşgörüsüne sığınarak böylesi savrukmetinler içinde gezinebileceğimizi düşünmüştüm” diyerek savunuyor da edimini. 

Bunlar Melih Ergen’i bağlamaz, roman kahramanının görüşleri denerek, romanla sınırlandırılabilir mi? Hayır, Ergen, kahramanıyla kendi görüşlerini tartışıyor. Roman ve edebiyatla da sınırlı değil bu. Hayatın tümüne ilişkin çözümleyici bir eleştiri… Ayrıca Varuna’nın Bin Gözü, çok katmanlı bu yapısıyla gündelik hayata ilişkin olduğu kadar siyaset felsefesi boyutuyla da açılımı esinlendirici olabilir. Anti kapitalist bir reçete içermiyor, elbette ki böylesi kuru bildirilerle alış verişi yok ama tüketimci kapitalizm karşısında kendini inşa eden bir yazınsallığı, karşı estetik konuşlanışı, olduğu rahatlıkla söylenebilir, bir başka deyişle eleştirelliğiyle kültürel siyaset yaptığı. Bundan kendisi de emin görünüyor, yazar ya da esinlendirici veya yaratım yeteneği olarak “sen çok yaşa, bize bilmediklerimizi gösteren, karanlıkta kalanları karanlığın diliyle anlatan bin gözlü tanrı Varuna” biçimindeki duasına bakılırsa.

Gösteri Sanat Edebiyat Dergisi
Haziran / Ağustos 2016 Sayı:319

15 Mayıs 2016 Pazar

Fotoğrafın Arka Yüzü


"Öyle biri yoktu. Hiçbir zaman olmamıştı. Boşuna beklemiştim, çoktan gelmişti."

Yaşamın değil, ölümün gerçeklerine tutunan bir adam; inancın bittiği yerde başlayan o tekinsiz aydınlığı sorgulayan bir roman: Fotoğrafın Arka Yüzü, ilk baskısından yirmi yıl sonra, yazarın yeniden bakışıyla okurlarıyla buluşuyor.

"Melih Ergen'in Fotoğrafın Arka Yüzü adlı kitabında kazandığı haklı övgülerden sonra bile, yazdıklarına hâlâ bir yabancı gözüyle dışarıdan bakıyor olması, kendine bir türlü 'yazar' diyemeyişi hâlâ karşısına geçtiği beyaz kağıt karşısında hâlâ duyduğu o korku, onun bundan sonra yazabilecekleri konusunda umutlarımı ve merakımI dipdiri tutuyor."

Mehmet H. Doğan

Arka Kapak Yazısı.

24 Mart 2016 Perşembe

Varuna’nın Bin Gözü

Asuman Susam


2013’te yayımlanan Sağır Bellek’ten sonra Melih Ergen, yeni romanı Varuna’nın Bin Gözü ile okurunu çetrefil ve çetin bir kurgu oyununun içine çağırıyor. Klasik anlatımın kronolojik akışına, serimli- düğümlü- çözümlü, düz bir çizgide ilerleyen romanlara alışık okuru zorlayacak bir roman karşımızdaki. Postmodern romanın anlatı teknikleriyle kurulu roman yine de yazarı tarafından yalnızca bir oyun alanı olarak düşünülmemiş. Her bölüm, anlatıcı-yazar sine-göz gibi davrandığı için çoğu zaman bunlara sekans da diyor, Ergen’in mesele olarak seçtiği bir kavramın aşındırılma denemelerinden oluşuyor. Bu nedenle melezleşme eğilimleri ile Varuna’nın Bin Gözü deneme-anlatı-roman hattında her bir türe ayrı çengeller atarak kendini örmüş.

Roman bir mobius şeridi gibi; kapalı sonsuz bir yüzeyi imliyor. Ergen romanına aldığı tüm kişileri helezonik seyahatlere çıkarıp bir yaşam sorgulamasının içine atmış. Hiç kimsenin o çemberin dışına çıkmasına da izin vermeyecek bir biçimde kurgusunu oluşturmuş. Roman baştan sona kaçıp yan çizecek kolaycı okura çıkış kapısını gösterirken sabırla yolu tamamlamak isteyip devam eden okuru da sigaya çekip sınava da tabi tutmuş. Bunu elbette yargılayıcı, üstten bir üslupla yapmaktan özellikle ve özenle kaçınmış yazar; ancak okurunu -her ne kadar bilge/ideal okur arayışında olmadığını söylese de- kendi kendine düşeceği tuzaklara karşı dikkatli olmaya zorlarken hazırlamış olduğu hınzır tuzaklara düşmesinden de ince bir keyif aldığını göstermekten kaçınmamış. Bunu elbette romanın tüm kurgusuna sinmiş Varuna’nın bin gözünden parlayan zeka pırıltılarıyla yapmayı yeğlemiş. İroni bu anlatımın kaçınılmaz olarak en büyük gücü, zorlayıcı unsuru olmuş.

‘Olay’ın peşine düşmüş okura neredeyse verebilecek hiçbir şeyi yokmuş gibi görünen roman, gri ve tekinsiz atmosferi ile, bizi gerilimli bir karaütopyanın içinde gezdirmeyi başarmış. Temelde ben kimim, sorusunu bu anlatılan kimin hikâyesi, sorusuyla sürekli yer değiştirterek sorgulatan Ergen, roman, roman kişisi, yazar-anlatıcı ve okurdan oluşan bir kişi kadrosuyla çemberini kurmuş. Bunların sürekli yer değiştirdiği romanda yazar polaroid fotoğraflarda kullanılan deformasyon ve üst üste bindirme tekniğiyle oluşturulan çapaklı, belirsiz, kararsız görüntülerle sahnelerini kurmuş. Böylece tekinsizliği romanın içi için bir atmosfere dönüştüren Ergen, okuma sürecinin de okurları için kesinlemelerden uzak bir tekinsizlik hali olmasını istemiş. Anlam aramanın ve anlam üretmenin boşunalığı ironik bir oyunun içinde okuru bırakarak sağlanmış.

Tekçilik, ilerlemecilik, benzersizlik yanılsaması üzerine yükselen roman türünün temellerini sarsmak için yazılmış bir romandır diyebiliriz Varuna’nın Bin Gözü için. Finaline dek büyük anlatıların vaaz ettikleri ile tartışmamızı isteyen Ergen, finali ile de bireyin biricikliğine başından beri sordurduğu ben kimim sorusu üzerinden kimse değil herkessiz noktasında bir anonimlikle yanıtını vermiş.

Romanın kendisinin tüm edilgenlik yanılsamalarına rağmen başkahraman olduğu bir yapıt bu. Romanın içinde sık sık yazar-anlatıcının belirttiği gibi, okuruyla adım adım, okundukça ve okunarak kendini kuran bir roman. Baştan sona romanın kurgu oyunları içinde okurlara sorgulattığı kurmaca ve gerçek dünya arasındaki farklar ve aynılıklar. Metindeki hikâyesizlik yazar tarafından anlatımın geciktirilmesiyle, hep başka bir yere bağlanmasıyla sürdürülmüş. Metin tekrarları başka bir meseleye sıçramanın okurla tartışmanın ve okuru hikâyeden asıl meseleye, olma sürecine çekmenin bir yöntemi olarak kullanılmış. Okuyan herkes deneyimleyecektir ki Ergen’in bir mayın tarlasına çevirdiği metinde sona yanılgısız ulaşmak isteyeler - ki o da bir yanılsamadır yazarın temel arzusu bu değildir- büyük bir dikkat ve gerilim içinde olacaktır.

İnsanın yeryüzüne nedensiz fırlatılmış olmaklığından doğan sersemliğini, romanın kahramanı adam- adının sonradan Mahmut olduğunu öğrendiğimiz kişisi- üzerinden anlatırken Ergen zaman, aşk, ölüm, politika, sanat, kent, ilerleme, boş zaman, çalışma, para, tüketim, cinsellik ve cinsiyet kavramları ile okurunu karşı karşıya getirir, onunla tartışır. Gündelik olağan halleri üzerinden basit bir hayatın sıradanlığını bize gösterir. Karaütopya budur. Çemberden çıkamaz kimse ve hep aynı olan, sıkıntıdan kimseyi öldürmeden ama herkesi süründürerek esir almıştır işte.

Klasik okurun hikâye arama ve anlam kurma hevesine dair ironisi son derece keskindir romanın. Bunu yazarın niyetinden çok emin olmamakla birlikte -ki tüm yapıtlar yazarlarının niyetini çoktan aşmış olarak okurla buluşurlar- Varuna’nın Bin Gözü’nün bir roman aşındırma denemesi, roman türünün parodisi olarak da pek ala okunabileceğini söyleyebiliriz.

Okuru sıralı zamanın dışına atan yazar, bir hikâyenin var olduğuna, bir adamın varlığına bizi inandırmış olsa da ey okur esas dediğin şey sürecin kendisi, onu kaçırma demek için onca nefes tüketmiştir. Tanrı Varuna, gökdelen, kör çocuk, rüya gibi kavramlarla metaforlar oluştursa da iyi ki bunları akışı ve anlatımı sarpa sardıracak bir kapalılığın içine hapsetmemiştir. Roman kurgusu ve anlatımdaki sıçramalı çizgisi, tekrarları ve tuzakları nedeniyle kolay okunan bir roman değilken bir de bu anlam kapalılıkları okurla yapıtın karşılıklılığını zora düşürebilirdi. Bu haliyle de hiç kolay bir roman olmayan Varuna’nın Bin Gözü edebiyatta aşındırmaları, yerinden etmeleri, yapıtla didişmeleri, oyunları seven okurları cezbedecektir. İçe, derine, öteye bakmaya cesareti olanların eline tutuşturulan bir ayna olarak da kabul edebilir okur onu.

Şubat - Mart 2016

18 Şubat 2016 Perşembe

Mutlaka Okumanız Gereken, Yeni Çıkan 30 Kitap


Varuna'nın Bin Gözü
Tür:
Roman
Yayıncı: YKY
Özet: Melih Ergen’in yeni kitabı Varuna’nın Bin Gözü, “Tek doğru, tek kural, tek buyruk”un şekillendirdiği hayatları anlatıyor.

          Listedenin tamamına ulaşabileceğiniz bağlantı.

7 Şubat 2016 Pazar

Yazar Melih Ergen okurlarıyla buluştu

Mavişehir'de girişimci iş kadını Güler Doğru tarafından geçtiğimiz Ağustos ayında hizmete açılan Kuzguni Sanat Cafe&Brasserie, Yazar Melih Ergen'i ağırladı. Yazar Melih Ergen, Kuzguni Sanat Günleri kapsamında düzenlenen imza günü ve söyleşide edebiyat tutkunlarıyla bir araya geldi. İmza gününde "Varuna'nın Bin Gözü" adlı kitabını imzalayan Melih Ergen, imza öncesi Kuzguni konferans salonunda, yaşamına tanıklık eden dostlarının hazırladığı, "dostlarının gözüyle geçmişten bugüne Melih Ergen" ana temalı, özel yaşamına ait fotoğrafları da içeren slaytların gösterildiği süpriz barkovizyon sonrası, konuşmacı olarak da katılan dostlarının anı paylaşımlarıyla duygulu anlar yaşadı. Usta yazar, ev sahipliği yapan Kuzguni işletmesine ve yetkililerine de katkılarından dolayı teşekkür etti.


29 Ocak 2016 Cuma

Bırak elindeki kitabı ve düşün hayatını

“Bir senfoni yazarak bir dünya yaratılır” demiş Gustav Mahler (1860-1911), bu sözlerden ilham alarak belki, bir roman yazarak da bir - ya da birçok - hayat yaratılır diyebiliriz. Senfoni form olarak dinleyeni bir yolculuğa çıkarır, aynı roman gibi; birçok temayı barındırdığı için sadece dünyanın bir yüzünü değil, farklı yüzlerini gösterir, çeşitli evrelere sahip bir yolculuk gibidir. Senfoni bittiğinde yolculuk tamamlanır, bilinmedik yerlere gidilmiş ve tanıdık yerler tekrar görülmüştür.

Roman yolculuğu buna benzer, okudukça yeni sözcüklerle yeni yerlere gider okur, yeni insanlar keşfeder ve arada tanıdıkları görür. Bazı yazarlar bizi bedenlerinde ya da zihinlerinde yolculuğa çıkarırlar. Son haftalarda okuduğum Murat Gülsoy’un Yalnızlar İçin Özel Bir Hizmet ve bu hafta okuduğum Varuna’nın Bin Gözü böyle romanlardı. Yolculuğa davet olarak okunacak metinlerdi, ortak özellikleri okur tarafından tamamlanmayı beklemeleriydi.

Gecelerin Tanrısı Varuna
Melih Ergen’in Varuna’nın Bin Gözü’nü, öncelikle Varuna’yı anlayarak başlayalım. Hindu tanrılarının en önemlilerinden biri olan Varuna, geceyi temsil eder. Karşıt güç Mitra ise gün ile bağdaştırılır. Varuna doğa güçlerinden çok ahlak ve sosyal ilişkilerle ilgilenen bir tanrıdır, Veda’larda yasaların koruyucu gücüdür, Rigveda’da her şeyi bilen ve gören bir güçtür. Bütün yalanları gören, gerçekleri anlayan, insanların saklamaya çalıştıklarını bilen tanrı Varuna, bu gücüyle ilahi adaleti sağlar, çünkü o, yalanların altında yatan gerçekleri bilir. Yıldızlar, Varuna’nın gözleridir, bir bakıma onun ajanları, yardımcı habercileridir. Yıldızlar sayesinde karanlıkta yolunu bulur, doğruları görür. Zifiri karanlıkta renk yoktur, gölge yoktur ve dolayısıyla farklılıklar yok olur, bunları ancak bin gözlü olduğu söylenen Varuna görebilir.

Varuna tam da bu anlamlarıyla romandaki tanrı-anlatıcıdır, romanın yazarı ve okurudur. Metnin üst gözleridir, gizli kalanları gören ya da görünür kılan ışıktır. Melih Ergen’in romanını bu gözle okumaya başlayınca hayatımda ilk defa dışardan bakan, metnin dışındaki okur olmadığımı hayal ederek okuduğumu fark ettim. Nurdan Gürbilek Mağdurun Dili kitabında şöyle der: “İster tasasız, sıradan, anlayışsız olanı olsun, isterse akıllı, sorgulayıcı, anlayışlı olanı, yazar için daima başkasıdır okur çünkü yazara metnin daima bir dışı olduğunu hatırlatır.” Melih Ergen Varuna’nın Bin Gözü’nü, Gürbilek’in sözünü ettiği bir “dış”a, ötekine ya da “onlara”, sırtını çevirip yazmış. Dışı olmayan bir metin çıkarmaya çalışmış. “Yaşadıklarını gerçek, okuduğu romanları kurmaca” sanan okura seslenerek onu bu yanılgıdan kurtarmak istemiş. “Sen” olarak hitap ettiği okura “seninle birlikte yazabilmek için ne hayaller kurmuş” olduğunu söyleyerek bu yolculuğa davet etmiş.

Eğer bir roman okuruyla birlikte yazılacaksa, kurgunun belirleyici olmaması gerekir (tabii bu okumayı güçleştiren bir yapı) ve bütün boşlukları okur doldurmalı. Varuna’nın Bin Gözü böylesi boşluklarla dolu, Ergen araya “...” şeklinde boşluklar koymuş ve okur tam bir temaya ulaşacağını sandığı anda yine onu baştaki karanlığın içine sürüklüyor. “... sense yatmadan önce okuma alışkanlığın yüzünden para verip aldığın bu kitaptan ötürü olur olmaz düşüncelere kapılıp, “Nedir bu okuduklarım, rüya mı yoksa roman mı?” diye sormuşken kendine, bunu yanıtlamaksa yalnızca bana düştüğünden şimdi, önce bunu anlatmalıyım sana...”

Bütün bunlar çok akıl karıştırıcı gelebilir fakat hep bir kör çocuğun bir yerlerden çıkmasını, sevgilinin yeni bir yemek tarifini ya da kayıp yaşlı bir adamın bulunmasını beklerken, hiçbir devinim olmadan, bir olayın anlatılmadığı metni okumayı sürdürüyoruz. Örneğin bir kez kör bir çocuktan söz edilmiş olması böyle bir beklenti yaratıyor. Ayrıca bir sevgiliden bahsedilmesi, bu ilişki hakkında merak uyandırıyor. Bunun nedenini son zamanlarda okuduğum romanlarda çok sık düşünme fırsatı buldum: insan zihni sürekli bir nedensellik arayışı içinde olduğu için, bağlantı kurmak isteyen bir makine olan beynimiz kurgu oluşturmaya başlıyor. Zaten uygarlıkları, dinleri ve tarihi bu nedensellik sayesinde anlıyoruz. Ergen bu romanında neden-sonuç ilişkisi kurmadan düşünmeye çağırıyor bizi. “Anlasan da bir, anlamasan da artık: oysa seninle hayal edeceğimiz bir başka dünyanın işaretleriyle konuşabilseydik bu romanda, sözgelimi bebeklerle hayvanların dilinden (...) sen kahramanın gözünden olmayıp yalnızca kendi bilgilerinin ışında baktığın için bu satırlara anlamak istemiyor, anlattıklarımı rüya sayıp kendini uzak tutmak istiyordun onların dünyasından, oysa hayvanlarla bebeklerinin gözlerinden bakan biri daha vardı bu romanda ve üstelik senin de artık yakından bildiğin Varuna’dan başkası değildi bu; hani şu gözleri geceleri gökyüzünde dolaşan yıldızlar olup bizi ve yaşadıklarımızı kıs kıs gülerek seyreden Tanrı Varuna!”

Kent ve gökdelen
Romanda bir “kent” anlatılıyor fakat bu anladığımız anlamda bir kent değil, ne de bir mekân, bölge ya da haritada bir yer. Bu kent, zaman ve mekân bileşiminde oluşmuş bir an. Sokak’ları da harflerden oluşuyor. Tek öğrendiğimiz kentin orta yerinde bir gökdelenin olduğu ve tüm kentin bu gökdelenin gölgesinde kaldığı. Romanda tek adını bildiğimiz karakter Mahmut da öyle, bir kahraman değil, harflerin oluşturduğu bir isim. Melih Cevdet Anday’ın M’si, Arthur Rimbaud’nun A’sı, T.S. Eliot’un T’si, vb...

Aslında romanı bir yolculuk olarak algılamamızı istiyor yazar: bu yolculukta gezindiğimiz kent harflerden oluşuyor, düşünceler ise sözcüklerden. Bu belki de yazı hakkında bildiğimiz tek gerçeklik. Sonuçta roman yazıdan başka bir şey değil, yazının bu gerçeğini unutup romanlardaki kahramanlar için ağlayan, onlara hayranlık duyan, olayların gelişimi karşısında heyecanlanan okur olmaktan kurtarıyor bizi (en azından bu seferlik!). Romanın sonlarına doğru “Şimdi bırak artık elindeki bu kitabı ve yeniden düşün hayatını” sözleri, bunun en iyi kanıtı.

Asuman Kafaoğlu-Büke