5 Eylül 2013 Perşembe

Bir Baba, Oğul Öyküsü


Genç bir kadın elindeki Sağır Bellek’i imzalatmak üzere Melih ergen’e uzatacak iken içeriğini sordu. Ancak, “Ölüme dair kasvetli bir hikaye,” yanıtını duyunca geri çekti. “Neye dair bir roman bekliyordunuz” sorusunu da “aşk, heyecan, coşkulu bir roman” diye yanıtladı. 


Zaman ve zemin uygun olsaydı da ona, kitaptaki şu satırları okusaydım diye geçirdim içimden.”Annesi öldüğünde ve sonra da bu yüzden kim arayıp soracak olsa öldüğünü söylememiş miydi babasının, tabii ki ölmemişti babası ama her oğul babasının bir kez öldürür, öldürmek ister, onu öldürmeyip de kendisini öldürmesinin adı değil midir intihar diyerek bana kaybolduğunu söylese de Mahmut, oğlunun da kendini öldürmüş olabileceğini işte ilk kez o gece anlamıştı!” Ya da veya ek olarak şu satırları .”Sorumluluklarımı yerine getirdim, lütfen beni bağışlayın, diyerek gerisinde bıraktığı küçük bir pusulayla günahlarının bedelini ödediğini sanıp intihar etmişti. Hayatı, ödevler, doğrular ve sorumluluklar toplamı görmenin sonu.”

Genç kadın kitabı raftaki yerine koymak üzere uzaklaşırken, “babasını öldüremediği için kendini öldüren bir oğlun” hikayesi bu, diye seslenmek istedim arkasından ama reklam sanılır diye yutkundum. Pazarlamanın en büyük marifet olduğunu, hem de her türden biopolitik ve eristik hokkabazlarla yapıldığını, çok basar, yok satar yazarların savruk, sorumsuz konusu ve kurgusu çevresinde de nasıl da bir mistifikasyon yarattıklarını ve bununla övündüklerini bilmez olur muyum hiç ? Belki de özellikle Sağır Bellek’in yazınsal değeri ve anlattığı trajediye birinin daha tanıklığını sağlamak için bu gerekebilirdi. 

Ne ben reklamı becerebilirim ne de piyasa işi triviyal romans yazarıydı Ergen. “Tanrıdan ve ölümden korkmayarak şiirini yazmak vardı bu dünyanın” dediğinden belli; ama, ironi yeteneği buna elverişliydi; üstelik bir gülmece ödülü vardı ama, onu bir şaka olarak denemiş, tadında bırakmıştı. Ayrıca bu arada çok renkli anılar döşemişti geçtiği yollara; romanlar, öyküler, köşe yazıları, radyo programları, tiyatro eleştirmenliği … Dahası Yeşiller Partisi kuruculuğu ve başkanlığıyla noktaladığı kırk yıllık politik mücadelesi, hem bunun için hem de Sağır Bellek gibi bir roman yazmak için azımsanmayacak bir zenginlikti. 



Yaşadığı hayatı her neyse, yadsımayan; geçmişiyle karşılaşmaktan ve yüzleşmekten korkmayan, söylenmesi gerekeni geciktirmeden, evirip çevirmeden dosdoğru söyleyip ceketini alıp dimdik yürüyebilen Donkişot’lar, kaderin kaçtıkları yolda karşılaşıp çarpıştıkları olacağını bilir gibidirler. Ama her türlü cilvesine ve sürprizine hazır oldukları hayat onları da şaşırtacak, budala yerine koyacak en onulmaz yerinden vuracak tuzaklar da barıdırır. 



OTOBİYOGRAFİK GÖNDERME 



Romanın otobiyografik gönderme sayılabilecek yazara ait son notu, böyle bir vurgunu akla getiriyor : “Ocak, 2009, Dost’un on beşinci yılı anısına.”

Sağır Bellek’in otobiyografik bir roman olduğunu savlanabilirler bu nota takılanlar; hatta kimi mekan betimlemelerinden, mesleklerden, olaylardan yola çıkarak kimi kanıtlar da sunabilirler. Otobiyografi diye okunmasının yazınsal değerinden bir şey kaybettireceğini sanmam; tersine bu günümüzde sınırlarını zorlayan, metinlerarası bir mecraya kaymakta olan roman beklentisi içinde olanlar için artı bir nitelik bile sayılabilir; ve bu da okumayı sürükleyici kılan bir katalizör. En önemlisi anlatımıyla büyüsünü koruyan, gizini saklayan ve ancak bu niteliğinin farkında olarak, yani bülbülün sese güzelliğini etini yiyerek yakalamaya kalkışmadan okunduğunda estetik hazzı tam olarak verebilir bir roman. 

En zor yereri bu tür romanların – hem yazar için hem okur için – söz gelip de felsefi sorunsallığa vardığında roman kahramanı ya da anlatıcı bundan kendilerini alamazlarsa çokça öğretmenliğe kalkışıldığı, gösterenden gösterilene dönüldüğünden zaaf belirir. Bu tuzağa düşmemiş Melih Ergen. Söz gelip özgürlüğe, dünyanın anlamına/ anlamsızlığına ve hiçliğe ilişkin bir şey söylemesini dayattığında, yaşanmışlığın sahiciliği veya entelektüel birikimin olanağıyla, “nereye baksan kötülüğün sonu var, şu dipsiz uçurumu görmüyor musun, şu tufanı, hepsi özgürlüğe gider, susuzluktan kavrulan şu mahzun ağacın her dalında özgürlük salınır, yüreğinin kölelikten kaçmak için öyle çok yolu var ki” ya da “hiçliğin, yokluğun karşısında alçakgönüllü bir kabulle de barışabilirdik ölümle ve ancak o zaman kurtarabilirdik kendimizi ölümün iktidarından, çünkü ölümü gönüllü olarak istemek demek kabullenmediğimiz bu dünyayı yanımızda götürmeye kalkmak, dışımızda aradığımız sevgiyi içimizde bulamayıp düş kırıklıklarıyla geçen hayatımızın suçunu başkalarına yüklemek demekti” gibi satırlar arasında sözedimini yitirmeden sahici, yaşanmışlık izlenimi uyandıran, kolay alımlanabilir bir dile dönüştürebilmiş. 



Bir an önce anlatıcı kim, Suat Bey’in Mahmut’la ilişkileri ne, olay derde başlayıp nerde bitiyor, nasıl bir trajedi içine gireceğim diyerek sabırsızlanan, yani düzçizgisel kurgudan hoşlananlar, bu beklentileri nedeniyle bir cümle gibi sürüp giden bu romanın bu tür şiirsel güzelliğini kaçırabilirler. Cümlelerin hakkını vermek için bülbülü öldürmeden okumak gerekir. Bununla birlikte Cumhuriyet’in ilk günlerinden günümüze uzanan süreçlere göndermelerde bulunan, hemen hemen Türkiye’nin yedi bölgesinde gezinen hikayenin coğrafyası kadar, mekanlarından birini oluşturan demiryollarına ilişkin betimlerin bir altmetin olarak zevkle okunması da mümkün. 



BURGACA DÖNÜŞMÜŞ BİLİNÇAKIŞI 



Araya aşkların da katıldığı roman, bir yanıyla yaşandığı anlatı zamanı, bir yanıyla bir aile çevresindeki olayları kurguladığı ve elbette hikayesi anlatılan Mahmut’un ve anlatıcının bir karakter olarak portresi açısından olmazsa eksikliği duyumsanacağı için “polis yıllarca aradı Hilal’i ama bulabildi mi diyorum, o yeni bir dünya kurulmasına dair sahip olduğu inançları yüzünden kaybolup gitmiş, annemse inançlarını yitirdiği için caymıştı yaşamaktan, oğlumsa bir inanca sahip olacak kadar büyük değildi henüz, onun neden kaybolduğunu anlayamıyorum” gibi bir göndermede bulunur. 

Burgaca dönüşmüş bilinçakışı içinde bir içkonuşma, bir hesaplaşmanın romanı olarak kendisiyle, geçmişiyle, dünyayla, hiçlikle, anlamla, anlamsızlıkla, yanılsamayla, yalanlarla baş edebilme savı taşımıyor. Bir şey anlatmış olmak, bir şeyi anlaşılır kılmak gibi bir derdi de yok ! Özne olmaksa vazgeçtiği bir şey, yazar mesajı da böyle bir edilgenlk taşır. “Bir de demiştim ki karıma haklı haksız savaş olur mu hiç, savaşa topyekun karşıyım ben, bir günden bir güne ben haklıyım sen haksızsın dedim mi sana, hiç kem söz ettim mi, egemenle egemen olmak isteyen kendi zihnine inanır ve orada bulur kendi doğrusunu da, inanmazsa kendi doğrusunu da yaratamaz, çünkü her ideoloji bir inançtır (…) tarih kısır bir döngüdür ve bu böyle sürer gider demiştim de, o bana ne demişti biliyor musun, anlaşılan sen artık kutsalını yitirip inançsızlığa inanır olmuşsun demişti.” diye belirlenebilecek bir farkındalık içinde söyler sözünü. Belki de artık bir dert yoksunluğu içindedir: “Ben hayatın tek gerçeğinin ölüm olduğuna inanarak yaşarım, ama sen söyle bari Derviş, oğlumu bulacağıma inanmadan nasıl yaşarım” gibi yanıtsızdır çünkü dünyadaki yerine ve varlığının anlamına ilişkin soruları…



Düşler, anıklamalar, gerçekler arasında her an ve her göndermesiyle acısını arttıran dünyaya karşı katalepsiye gömülüp gerçeklere karşı demans haline çekilemeyen, ama sözedincini koruyan bir adamın ağzıyla babasını sorgulayan,sorgularken de ona benzediğini fark edip babasına dönüşen bir anlatıcının hikayesidir Sağır Bellek. Ama buna kapanmış anlatımını da bununla sınırlamadan. Bildirisini, düz anlama indirgemeden, yazınsallığın önüne çıkarmadan sözaltında, söz arasında savaşsız dolayısıyla sömürüsüz bir dünyanın olanağına göndermede bulunan sözceleri fark edebilmeden bilince taşınabilecek biçimde serpiştirilmiştir. 



Uzun sözün kısası bizim hikayemiz olmayabilir belki, ama yine de kesinlikle bizimkilerden birinin hikayesidir. Yazar kimi anlamamızı istemişse anlatıcıdan ya da Mahmut’tan, acısının bize bulaşmasından korkmakta, hatta bundan kaçınmakta haklı olabiliriz belki, ancak insanın yanıbaşındakilerinin acısına sağır kalabilmesi mümkün müdür ? Ya böylece insan kalması. 


Cumhuriyet Kitap Eki 
05 Eylül 2013

16 Ağustos 2013 Cuma

SAĞIR BELLEK’İN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ




Kafka, “Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.” sözüyle tüm yaşam felsefelerine son noktayı koyar. Edebiyatın belleğinde insanın ölüm karşısında çaresizliğini dillendiren binlerce sayfa yer alırken, ölümün bilinçli seçimi olan intihar, yüreklerin en iç acıtan satırlarında kanamaya devam eder.

Melih Ergen’in son romanı Sağır Bellek’i okurken ölüm ve intihar çevresinde dolaşan roman kişileri üzerinden hayata ve insan gerçeğine yeni anlam kapıları açıyoruz.  Sağır Bellek, öncelikle felsefi, psikolojik göndermeleri ve aforizma tarzında cümleleriyle ilgi uyandırıyor. Romanda birkaç anlatıcının bakış açısından anlatılan toplumsal dönem başarıyla duyumsatılıyor. Ölüm, Melih Ergen’in diğer romanlarında olduğu gibiSağır Bellek’te de odak sorun olarak yer alıyor. İntihar eden bir anne, demans nedeniyle oğlunu anımsamayan yaşlı baba, oğulun babayı cezalandırma ve öldürme isteği; oğulun, ardında hiçbir iz bırakmadan kaybolan kendi oğlu... Bütün bunlar romana gizem, heyecan ve merak boyutu kazandırıyor.

Melih Ergen, kaotik yapıda oluşturduğu romanında insanın içindeki derin kaosa dikkat çekiyor. Olayları dile getiren bir anlatıcının, onun arkadaşı Mahmut’un ve Mahmut’un babası Suat’ın anı defterinde kendi yaşamına dair anlattıkları olmak üzere üç ayrı bakış açının varlığından; üç ayrı katmandan söz edebiliriz Sağır Bellek’te. Bu katmanlarda anlatılanlar, kronolojik çizgiyi izlemiyor; çoklu anlatıcıların bilincinden geçenler,  farklı zaman kesitleri içinde gösterilerek ve bu zaman kesitleri metnin içinde sık sık kaydırılarak bilinç akışı üzerinden hayata bakan sıra dışı bir roman oluşturulmaya gayret edilmiş. Bilinçli olarak dağınıklaştırılan roman metni, insan hayatlarının karmaşasını ve toplumun içinde yaşayan anakronik zamanları temsil eder nitelikte. Kendi kuşağının sözcüsü olan anlatıcılar kendi gerçeklerini ve yaşantılarını dillendiriyorlar. Romanda, durgun bir ırmak gibi akan zamanlar ve olaylar; uzun, karmaşık cümleler ve bilinç akışı anlatımları aracılığıyla dile getiriliyor. Roman olaylarının kronolojik- düz çizgide aktarılmaması; tam tersine, parçalı yapı içinde ve farklı zihin pencerelerinden aktarılması, romana modernist bir nitelik kazandırıyor.

Sağır Bellek, öncelikle atmosfer romanı özelliği taşıyor; 1950’ler ve sonrasında yaşam, demiryolcuların dünyası, Anadolu evleri, Anadolu insanı ve kırların uçsuz bucaksız özgürlüğü... Roman, yazınsal atmosfer oluşturma ve kişileri bu atmosferde yaşatma açısından oldukça başarılı. O yıllardaki yaşamı çeşitli ayrıntılar üzerinden tanıma ve anlama olanağı buluyoruz; Anadolu coğrafyası, kasabalar, köyler, ıssız istasyonlar, toprak evler ve insanımızın özverili iç güzelliği…

Roman kişilerinden Suat ve Mahmut'a epeyce derinlik kazandırıldığı görülüyor.  İç konuşmalara yer verilmesi, kahramanların zihinlerine ayna tutulması Sağır Bellek’in yapısını güçlendiriyor. Romanın ayrıntılarda yaşattığı güzellikler, fotoğraf kareleri ya da birer  spot ışığı gibi insanın zihninde yanıp sönüyor. “…çünkü perondaki lamba ne kadar çabalasa da gece olunca evlerin, dükkânların mumları tek tek söndüğünde bu ovaya zifiri bir karanlık basar, geride yalnızca bir sessizlik kalır, bu sessizlik onlara, istasyonun boşalmış olan bekleme salonuna, kapanmış olan gişenin pencerelerine, perondaki banklara, raylara, makas başına kadar tuhaf bir huzur verirdi bana kalırsa, yalçın dağların arasında kalan ve biraz da unutulmuş gibi olan bu istasyonda kör bir kandil gibi sabaha kadar yanan bu lambanın bile bu sessizliğe öyle çok ihtiyacı olurdu ki, istasyon şefinin kemanından çıkan seslerden huzursuz olur, sabaha kadar titrer dururdu mutlaka!” ifadesinde,  eski yıllarda Anadolu’daki ıssız istasyonların gece hali ve roman atmosferi masalsı bir gerçekliğin içinde tüm ayrıntıları ve canlılığıyla ifade ediliyor.

Anlatılan insani durumlar okuru bir gizemin içine çekiyor. Kayıp, intihar, ölüm sarmalında hayatı solumaya çalışıyor roman kişileri. Ölüm ve intihar kavramlarına varoluşçu felsefeden düşünce unsurları eklenerek ölüm ve intiharın varoluş nedeni sorgulanıyor; intiharın bir yasası olup olmadığı da ayrı bir sorgulama boyutu oluşturuyor Sağır Bellek’te. Sayfalarda otobiyografik izlerle karşılaşıyor olsak da, yazarın yaşanan gerçekleri roman gerçekliğine dönüştürmedeki dikkatli çabası, yazılanları birer anı olmaktan çıkararak onları roman estetiği içinde değerlendirebilme olanağını sunuyor bizlere. Gerçekten yaşamış ve edebiyatta kalıcı iz bırakmış olan yazar Nezihe Meriç, bir roman kişisi olarak yer alıyor sayfalarda. Mahmut’un öğretmen annesinin arkadaşı olan bu aydın kadın yazar, hayranlık duyulan varlığıyla romanda yer alırken, Mahmut onu ziyaret ederek annesiyle ilgili bazı izler ve anıların ardına düşmek istiyor. Fotoğraf albümlerinde yaşayan anılar, Nezihe Meriç ve Mahmut’un annesinin yaşantılarını dile getiriyor. Roman metninde yazarın adı doğrudan verilmiyor; ancak satır aralarında gizli kimi ayrıntılar ve “bozbulanık kitaplar” gibi göndermelerle, söz edilen yazarın Nezihe Meriç olduğu sezdiriliyor.

Romanda cümlelerin çoğunun karmaşık yapıda olduğu, normalde roman anlatımında çok sayıda bulunmaması gereken “olan, olup” gibi fiilimsilerle ve kimi bağlaçlarla uzatıldığı görülüyor. O nedenle başlarda romanın meselesini, anlatmak istediği durumları zihnimizin sinemasında kurmakta zorlanıyoruz. Yazarın kurguda olduğu gibi dilde de deneysel bir çaba içinde olduğunu fark ettiğimiz andan itibaren romanın içindeki dünyaya uyumlanmaya başlıyoruz. Mesela, “Telgraf alıp vermekten başka bir işi yokmuş ama burada Suat Beyin, hatta bir gün istasyona on dakikalık bir mesafede olup çevresi tel örgülerle çevrilmiş bir açık hava sinemasına gitmiş, 'Mezarımı Taştan Oyun' ancak izleyenler yerlerinden fırlayıp bağırmaya başlayınca 'vursana ulan, yesinler o güzel gözlerini' bir daha istasyondan dışarı adım atmamış, zaten bir hafta sonra da aldığı bir telgrafla Erzin'e hareket etmişti.” ifadesi, ancak kahramanın bilincindeki sıçramalar üzerinden okunabilen, çok anlamlı/ parçalı uzun bir cümleden oluşuyor. Yazar, var olan cümle yapısını, dolayısıyla dili değiştirip ona insan bilincinde farklı boyutlar kazandırarak yazmayı önemsiyor; bu durum, toplumsal bir kurum olan ve bireye dayatılan dile,  metinsel ve dil içi bir başkaldırı örneği oluşturuyor.

Roman, ilk bölümlerden sonra daha akıcı hale geliyor; okur netleşen roman dünyası içinde ilgi ve merakla yol almaya başlıyor. Anlatıcının zaman zaman Mahmut’la özdeşleştiği de dikkati çekiyor. “… yıllar yaz kış demeden geçmiş, aylara, günlere, an’lara sığamayıp ölüm gibi doğmanın, doğmak gibi bir ölmenin bir an’ı olarak kalakalmıştım…” cümlesinde odaktaki ölüm olgusunun doğumla özdeşimine; doğum- ölüm döngüsü içinde sıkışan insana işaret ediliyor.

Sağır Bellek’te yoğun, derin anlamlar içeren cümleler, okurun bilincine açılımlar kazandırıyor: “Ne ararsan kendinde Mahmut, sorarsan bilmem ama sormazsan bilirim.” “Bundan böyle oğlumu kendimde arayacağım, bulduğum zaman da dönemeyeceğim...” “Aşkın aklı olmaz; akılla inceltilmiş bir sevgiyse ömür boyu sürer.”  “Hayat, içinde ölüm olduğundan değerli, var olduğumuz anlarsa biricikti, anlamsızlığın dilini çözmenin yolu intihar olabilir miydi hiç?” “Kendini sevmeden dünyayı sevebilir misin, üstelik bir kez ölmeye gör, bundan sonrası yaşamaya değerdi!”  gibi cümleler…

Metinde Dur ve Düşün sözleri etrafında çoğalan derin anlamlar güncel yaşamla öyle örtüşüyor ki okurken şaşkınlığa düşüyor; "İnanılmaz bir şey bu!" diye düşünüyoruz. İnsan, hayatın içindeki o saçma ve beyhude koşuyu sürdürürken durmalı ve düşünmelidir yazara göre: “Kendiliğinden, içinden gelerek, başlı başına bir eylem gibi durmak, durdukça bir daha durmak, çaba göstererek, kımıldamadan, çaba gösterdikçe kurtçuklar beyninde ve sen yine hiç kımıldamadan duracaksın!”

Sağır Bellek, felsefi ve psikolojik yoğunluğuyla öne çıkan; hayatın içinde insanı, doğumun içinde ölümü, ölümün içinde intiharı, yokoluşu, kayboluşu, hiçliği sorgulayan; evrenselliğe açılan özgün bir roman. İnsan gerçeğinin yereldeki yansımaları ve eski günlerdeki Anadolu yaşantıları romanı toplumsal tarihin ilginç sayfalarıyla buluşturuyor. Oğuz Atay’ın demiryolcuları sanki Sağır Bellek’in ıssız istasyonlarında yaşamayı sürdürüyor. Romanda toplumsallığın evrensellikle ve edebiyattaki paralel dünyayla bütünselleşmesinden oluşan zengin anlamlar, okurda derin izler bırakıyor. 


Hülya Soyşekerci

hsoysekerci@gmail.com



(Taraf Kitap  16.08.2013'te yayımlandı.)

*Sağır Bellek, Melih Ergen, Kanguru Yayınları








7 Ağustos 2013 Çarşamba

Hayat Dediğin...


Melih Ergen’in temel teması yaşıyor olmak ve ölümdür. Var olmak ve hiçlik. Romanda var olmak, bütün somut ayrıntılarıyla anlatılır.

Melih Ergen’le, sanırım 22 Şubat 2012 akşamı İzmir’de Konak Belediyesi’nin verdiği Fransız Kültür Merkezi’nin arka bahçesindeki yemekte tanıştım.
 Konak Belediyesi o yıl Leylâ Erbil’i onur yazarı seçmişti düzenlediği öykü günleri için. Akşam yemeği de yazarın onuruna veriliyordu. Melih Ergen yemek masasında karşımda oturuyordu. Solumda Leylâ Erbil vardı. Sağımda gene etkinlikte bir panele katılacak olan romancı ve deneme yazarı Nilüfer Kuyaş. Bu yazınsal etkinlik üç gün sürecekti. Melih Ergen birçok şey anlatmak gereksinmesi duyan,heyecanla konuşan bir genç insandı gözümde.Ama kısa süre sonra anlattığı şeylerin boş şeyler olmadığını, bu konuşmaların altında bir kültür birikimi yattığını anladım. Adeta sanatsal olan ironisi de dahil. Bu konuşma kültürü esaslı bir yazarın da temelinde yattığı bir kültür de olabilirdi. Bir süre sonra Ergen’in yanına gelip oturan şair Sina Akyol, onun yıllar önce anlatılar yayımladığını, bu kitapların tükendiğini, bir daha da basılmadığını söyledi. “Bir yerde bulamaz mıydım?”dedim. Yoktu. Bulmak olanaksızdı. O zaman Ergen’in Yeşiller Partisi kurucularından olduğunu, şimdi eskide kalmış görünen yazarlık serüveninin de küçük bir başlık altında YKY’nın yayımladığı Yazarlar Sözlüğü’nde yer aldığını da bilmiyordum.
Şimdi Tünel adlı öykü kitabının, elden geçirilmiş ikinci baskısı Nisan 2013’de, yeni romanı Sağır Bellek, Mart 2013’de yayımlanmış bulunuyor. Bu iki kitabı okuyunca, yeni tanıdığım, konuştuğum insanlar karşısında duyduğum sezgilerin güçlülüğünden ötürü kendimi kutladım. İşte masamda duran kitaplarda büyük bir yazar yatıyordu. Hiç hafif olmayan bir yazar. İnsan olarak da, yazar olarak da derinleşmiş biri.
Sağır Bellek adını taşıyan romanda bellek hiç sağır değil. Tersine, çok güçlü bir bellek yazdırmıştır bu romanı. Erişilmesi güç bir bellek, çok özgün bir bellek.
Melih Ergen’in temel teması yaşıyor olmak ve ölümdür. Var olmak ve hiçlik. Romanda var olmak, bütün somut ayrıntılarıyla anlatılır: Bu da 1940 yılları Anadolu’sunda demiryollarında çalışan babanın atandığı onlarca kent tren istasyonlarında geçen yaşamıdır. Böylece de o yılların pek çok Anadolu kenti de anlatılmış olur. Hiçbir fevkaladeliği olmayan bir yaşamdır bu.
Yaşam, dönemin ünlü alaturka şarkılarında yansıtıldığı gibidir. Bu yaşamla ya da oralarda geçen bütün yaşamlarla yok olmak, ölüm arasındaki uzaklık çok azdır. Yaşam fevkaladelikler getirmeyen bir süreçse, ölüm de ona yakın bir yerde duran hiçliktir. Ama en trajik olan yaşam sona erdikten sonraki unutuluş sürecidir. Bu durumda yaşamı sürüklemenin saçmalığı, değersizliği ortadadır: “...çünkü bakıp göremediğimiz, görüp anlayamadığımız, anlayıp çözemediğimiz bir bulmaca gibiydi hayat” (s. 151). “...yani neyle karşılaşacağımı bilmeden nefes nefese koştuğum bu yolun sonunda varacağım yerlerin hepsi aynıydı: Sürgit tekrarlanan hayat!” (s. 152).
Anadolu’ya özgü bir melankoli
Roman Mahmut’un büyümesini, sonra da onun gençlik yıllarını anlatır. Romanı anlatan onun çok yakınında olan birisidir. Kitapta Mahmut kadar ön planda olan babası, demiryolları memuru Suat Bey’den kalan bir not defteri de vardır. Bu not defteri yoluyla Mahmut’un babasının daha eski yıllarda  geçmiş olan yaşamı da yer alır romanda. Bu anlatımlar 1950 öncesi Anadolu’sunun resimlerini çizer; romanın felsefi yapısını anlatmaya girişmeyeceğim. (Kitap birçok felsefi göndermeyle doludur; Camus “Felsefenin temel sorunu intihardır” dememiş miydi?). O işe girişmeyeceğim gibi birçok Anadolu kentinde yaşamış olan ailenin yaşamlarını da anlatmayacağım. Bunu romanı okuyan okuyucu kavrayacaktır. Romanın düşünsel niteliğini “varlık ve hiçlik” ikilemi içine sokmayı doğru bulmuyorum. Ayrıca bu sözlüğü biraz çok kullandık. Romanda bulunan bu sorun yumağı, çok kullandığımız soyut çozümlemeleri aşıyor. Tersine somut olarak yaşanmış, yaşanması zorunlu hayatlara yayılıyor. Taşra hayatının hepsi, okumuş yazmış annenin Anadolu cenderesi... Sabahattin Ali’nin gösterdiği Anadolu yaşamı. Anlatım ne denli ironiyle dolu olsa da, trajiğin iletisidir bu. Anne, Suat beyin gençlik sevgilisi, sonra da karısı Saliha hanım bütün görevlerini yerine getirdikten sonra intihar etmiştir. Ergen’in felsefi göndermelere karşın somut yaşamdan kaçmayan bu 200 sayfalık romanı (bu ölçü estetik bir ölçüdür) en az bir Vüs’at O. Bener, bir Nezihe Meriç anlatım gücüyle yapılanmıştır. Vüs’at O. Bener’in çok güzel olan ilk kitabında yer alan”Sarhoşlar” öyküsünde, Anadolu’ya özgü olan melankoli içinde “Sen arzu ettin...” şarkısı nasıl durumu derinleştirici bir işlev görüyorsa, Sağır Bellek’de de anılan alaturka şarkılar aynı işlevselliği içinde taşıyor. Anadolu’da yaşam o şarkılarda söylendiği gibidir. Şarkılar o tekdüze yaşamın derin hüznünü yansıtır. Ergen bu konuda ironiyi elden bırakmasa da, ölümle birbirine çok yakın, neredeyse birbirine eşiksiz olarak geçişli olan yaşama onu tanıyan bir sevgiyle bakıyor.

Çoğunlukla kısa olmayan tümcelerle yapısını kuran bu metinde hiçbir tümce anlam ya da anlatım teklemesine uğramaz. Arka kapakta yer alan nottaki bir tümcedeki çözümleme gerçekten doğru olduğu için (kim yazmış?) buraya alacağım: “Kaotik, bilinçaltına dayalı sıçramalarla çoklu okumalara açık, göndermeleri derin ve psikolojik yoğunluğuyla sıkı bağlar oluşturuyor.”
Öykülerin yer aldığı kitabında Ergen’in dünyaya bakışı değişmemekle birlikte öykülerle metinler, geçmiş zamanın yüklü anlatımından bir ölçüde uzaklaşmakla, daha serbest bir yazın ortamında dolaştığı için eğretilemelere daha kolay ulaşmaktadır. Mezardaki tabut, tünel halini almakta, yaşamda olmayan insanı belirsiz yerlere götürmektedir. (Tünel adlı öykü). Bir öykü kahramanı başkaları yerine ölmek için çırpınıp duruyordur. (İhsan Bey Ne Zaman Öldü?) Kitapta bir de “Kırda” adlı bir mezarı ziyaretle, bir doğum günü kutlamasına benzeyen anlatımıyla, ölümle insan yalnızlığını bu tören içinde birleştiren kuruluşuyla, zor erişilebilir bir sona varışla çok yüksek bir yazış düzenine ulaşan öykü var ki, 20. yüzyıl yazarlarının en iyilerinin varabildiği yere varıyor.
Yıllar önce beni temelden sarsmış iki öykü üzerine bir yazı yazmış, Adam Öykü dergisinde yayımlamıştım. Beni sarsan bu iki öykü Hemingway’in “Temiz, İyi Aydınlanmış Bir Yer”le Nabokov’un “Rusya’ya Hiç Gitmeyen Mektup” adlı hikâyeleriydi.
Daha sonra bu sevdiğim yazımı “Samuel Beckett’in Terzisi” adlı kitabıma aldım (Dünya Yayınları, s. 23-29). İşte bu hayran olduğum hikâyeler ölçüsünde bir hikâye: “Kırda”.

DEMİR ÖZLÜ
Radikal Kİtap Eki

5 Temmuz 2013 Cuma

Korkularımdan tanı beni


Dört nesildir süren hastalıklı ilişkiler... 

Psikolojik derinliğe sahip bir roman: Sağır Bellek

Çocukların öğrenme hızı insanı hayrete düşürür. Duyularına bombardıman yapan verileri çok kısa zamanda bilgiye dönüştürürler. Bir de tabii bunun tersi bir yaş var, öğrendiklerini unutma yaşı. Benzer bir hayreti de onlarla yaşıyoruz. Bugünlerde hızla unutmaya başlayan anneme baktıkça, çocukların sürekli genişleyen belleğinin aksine annemin önce bilinçli bir şekilde, şimdiyse doğal akışında, algı alanını daralttığını görüyorum.
Bu düşünceler Melih Ergen’in Sağır Bellek adlı romanını okurken iyice zihnimi meşgul etti. Roman, dört nesil boyunca bir ailenin baba-oğul ilişkileri temelinde gelişiyor. Roman kahramanı Mahmut, babasının günlüklerinden ve anlattığı hikâyelerden aile geçmişini yeniden kurmaya çalışıyor. Bazı yaşlılarda olduğu gibi, babası yakın günleri hatırlamıyor ama çocukluk anılarını tüm detaylarıyla anlatabiliyor. Aslında Mahmut babasının anılarına ilgi duymuyor, asıl merak ettiği annesi ile ilgili bilgiler. Belli ki annesinin intiharı Mahmut’un hayatını belirleyen en önemli etkenlerden biri olmuş. Babasından duymak istediği, annesinin neden intihar ettiği, geride bıraktığı mektupta ne yazdığı ve tabii mutsuzluk nedeni. Roman ilerledikçe babasının dedesiyle ilişkisi kendi ilişkisine ayna tutmaya başlıyor; aynı şekilde kendi oğluyla ilişkisini de anlamaya başladığını görüyoruz. Ailede dört nesildir süren hastalıklı ilişkilerin, domino taşları gibi nasıl birbirlerine zincirlendiğini de anlıyoruz.
Gizemli anlatıcı

Roman sadece dengesiz baba-oğul ilişkileri üzerine değil, yazar bununla birlikte yaşlılık ve ölüm korkusu temalarını da yerleştiriyor romana. Romanın ana temalarıyla çok bağlantılı olmasa da, bir başka konu da hoş geliyor okura, bu da Mahmut’un cumhuriyetle yaşıt babasının çocukluğu boyunca Anadolu’nun farklı kasaba ve şehirlerinde geçen hayat hikâyesinin inandırıcı tarihi arka planı.
Bazı romanlar, konu ile form arasında paralellik kurarlar. Sağır Bellek de bunu başaran romanlardan. Konunun büyük bir bölümü, demans etkisiyle bulanıklaşan bir zihnin anılarından oluşuyor; kurgu ise bazı karakterleri ve olayları bilinçli olarak karanlıkta bırakarak aynı etkiyi gerçekleştiriyor. Körleşen bir beynin anlatısını, anıları körleştirerek gerçekleştiriyor. Böylece romana gizemli bir hava vermeyi başarıyor yazar. Örneğin romanın anlatıcısı hep gizemli kalıyor; bazen Mahmut’un zihninin içinden gelen bir ses gibi duyuluyor, bazen alt benlik gibi.
Gizem sadece anlatıcıda değil, romandaki kadınlar da aynı şekilde gizemliler. Mahmut’un evini temizleyen kadın ya da karısı ya da annesi, hepsi benzer bir perde ardında kalıyorlar. Aslında bu durum erkeklerin kopukluğunun nedenini açıklıyor, çünkü ilişkileri sağlamlaştıran kadınlar yok hayatlarında. Mahmut’un babasıyla ilişki kuramamasının nedeni annesinin yokluğu; karısı ve kızı ile de boş bir ilişki içinde çünkü oğlunun boşluğunu dolduramıyorlar. Kadınlar silik değil, sadece varlık göstermiyorlar; yoklukları ağırlık olarak hissediliyor.
Romandaki nesilleri bir arada tutan motifler kullanılıyor. Bunlardan biri, babalardan öğrenilen şarkılar ve dualar. Bir diğeri ise her birinin baba kokusuna duyduğu özlem.
Melih Ergen hem şiirsel hem de psikolojik derinliğe sahip, eşsiz bir romanla çıkıyor okurun karşısına. Kurgu yavaş çözülüyor, ilk başlarda anlatıcı, Mahmut ve baba iç içe giriyor. Anılar çoğaldıkça ayrışmaya başlıyorlar hatta zıtlıklar belirginleşiyor. Bir aile hikâyesi içinde hesaplaşmalar, kırgınlıklar ve sonunda affedilme ile tamamlanan bir dram.
Böylesine güzel bir romana iyi bir editörün elinin değmesi gerekirdi. Bazı sözcükler gereksiz yere tekrarlanmış ve bir miktar dizgi hatası var kitapta. Tabii bunlar önemsiz detaylar; roman öylesine etkileyici ki, bunu düşünmüyorsunuz.
Radikal Kitap Eki
5 Temmuz 2013

17 Haziran 2013 Pazartesi

Sağır Bellek

Sevgili dostum Melih Ergen’in son romanı Sağır Bellek bir süre önce kitabevi raflarındaki yerini aldı. Roman üzerinde kendisiyle uzun uzun konuşma imkânı buldum, düşüncelerimi aktardım. Bir kısmını da şimdi bu sütunda sizlerle paylaşıyorum.

 Sağır Bellek bir yolculuk hikâyesi. Tek bir kahramanın yolculuğu değil bu. Romandaki ana karakterin, babasının, büyük babasının yaşamları boyunca çevresindekilerle birlikte yaşadıkları ve bu yaşamların iç içe geçen yönleri, yolculuk metaforu çerçevesinde ele alınmış. Bir de romanı anlatanın yaptığı yolculuk var. Bu yolculukların sentezi de onda. Tabii roman kahramanlarının bu yolculuğuna okuyucu da katılıyor.
Romandaki demir yolları, tren istasyonları, tren-deniz-kara yolculukları, yolculuk metaforunun sembolik unsurlarını oluşturuyor. Böylece Melih Ergen, sembolleri kullanarak, alegorik betimlemelerle okuyucunun belleğine ulaşıyor. İşte bu nedenle okuyucu, sadece o yolculuğa dışarıdan katılmıyor, ona nüfuz ederek içselleştiriyor. Dışsal bir okuyucu olmaktan çıkıp, romanın bir kahramanına dönüşüyor.

Romandaki temalardan biri, kuşaklar arasındaki çatışma. Kendi hayatımızı düşündüğümüzde, geçmişe dönüp büyüklerimizle veya küçüklerimizle yaşadıklarımızı anımsadığımızda bu temanın hem belleğimizde ve bilincimizde, hem de bilinçaltımızda olduğunu kolayca algılayabiliriz. Zaten yazarın bilinç akışı tekniğiyle yazdığını dikkate aldığımızda bu süreçten kendimizi dışlamamız münkün olmuyor. Ama okuyucu bu kitabı günlük on-on beş sayfa okumakla yetinirse, on beş-yirmi günde bitirmeye kalkarsa bu süreçten kopar ve kendini romana teslim edemez. Sağır Bellek’in kahramanı olmak için romandan kopmamak gerekiyor. Şunu özellikle vurgulamak isterim: Romanda konuşanlar, karakterler değil. Onların bellekleri, bilinçleri ve bilinçaltları.  

Romanın beni etkileyen yönlerinden biri de geçmişin önümüzde olması teması. Anlatıcı şöyle diyor: “geçtiğim bu ıssız yolun kilometre taşlarının kötü hayaletler gibi peşimden geldiklerini sandığım yetmezmiş gibi, aştığım bu kilometrelerin her biri önümdeydi sanki.” Gerçekten de geçmişte yaşadıklarımız, hiçbir şekilde anlarımızda gömülü kalmaz. Geleceğimizi şekillendiren geçmişimizdir. Ancak bu, bireysel bir bağlantı değildir. Romandaki kuşak çatışması olgusundan yola çıkacak olursak başaklarının geçmişibaşkalarının geleceğini şekillendirir. İşte romandaki kahramanların yaşadıkları da bu zincirleme ilişki. Her şey bir bütün ve her şey birbiriyle ilintili.

Melih Ergen, olayların doğrusal şekilde anlatıldığı bir roman kurgulamamış. Romanın yapısı içinde kaotik temalar belirleyici olmuş. Bu da insan yaşamına gerçekçi bir bakış açısı getiriyor. Çünkü yaşam, doğrusal değildir. Düz bir hat üzerinde gitmez. Sık sık kaos yaşanır. Bazen her şey düzgün gitse de an gelir kaos, kapımızı çalar. Elbette belleğimiz, bilincimiz ve bilinçaltımız da kaotiktir. İşte romanın kaotik yapısı, bizi benliğimizdeki bu kaosla da bir başka açıdan bütünleştiriyor.

Özetle Melik Ergen, kaotik bir dünyada bellek-bilinç-bilinçaltı üçlemesine dayalı olarak insanların öykülerini anlatmış. Okuyucu, romanı içselleştirip kahramanı olmayı başardığı takdirde satırlarda kendi hayatından parçalar bulacaktır.