Romanın örgüsü kurulurken belki de kaçınılmaz olarak yazarın yolu
yabancılaşmaya çıkmıştır. Yabancılaşma deyince varoluşculuk, varoluşçuluk
deyince de Sartre akla gelir. Jean Paul Sartre, temelinde yabancılaşma ögesinin
bulunduğu Varoluşçuluk felsefesini şöyle tanımlar: “Köklerinden kopmuş,
temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, topluma yabancılaşmış,
mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren bir felsefedir. Bu felsefe daha
çok, toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğunu, günümüzle gelenek
arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir hale geldiği, kendi kendini
yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde ortaya çıkar.” (Jean Paul Sartre. Varoluşçuluk. (Çev. A. Bezirci).
İstanbul: Say yayınları, 1997. S. 10. ) M. Ergen‘in romanı, Suat karakterinden başlayarak
köklerinden kopmuşluğun ve bunun birey üzerindeki ölümcül etkilerini anlatan
bir romandır. 20. yy yaşanmışlıklar, hatta Suat’ı bir yerde kök salmadan oradan
oraya gönderen, bizatihi kendisi içine kapanık ve toplumdan kopuk bir sistem
olan demiryolları yaşantısı, inandığı felsefelerin insanı yalnız bırakması ve
böylece insanın her türlü inancını yitirmesi, ülkedeki politik ortamın ezici
gücünün bireyleri ezip geçmesi gerek Suat, gerekse oğlu Mahmut’un yaşamak
zorunda kaldığı ölümler silsilesinin
neden olduğu bu köklerinden kopmuşluk ve hatta bu felaketlerin üzerindeki
etkiyi telafi için Mahmut’un tutunacağı dal olan siyasi inancının da acımasızca
gerek kendisinde gerekse Hilal’de budanması,
bireylerin yaşantısını anlamsız hale getirmekte ve sonunda bu yüzden de
insanlar kendi kendilerini yitirmekte ya
da bu tehlikeyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu nedenlerle 'Sağır Bellek', aynı
zamanda bir yabancılaşmalar romanıdır.
Nitekim yazar romanın daha ilk
sayfalarında, Suat’ın defterinin son sayfalarında yazmış bulunduğu notlarında
yaşamın ne kadar anlamsız olduğunu anlatmakta ve okuyucuyu adeta romanının
genel atmosferine sokmaktadır. “Aslında bütün insanların aynı halleri yaşayıp
aynı sözleri söylediklerini, yaza çize karmaşalarını çözmeye çalışsalar bile
unutmaya katlanamadıklarını fark ettim” (s 8). Yabancılaşmanın en temel
duygularından biri olan bu sürekli 'aynılığı', Albert Camus’ün “Yabancı”sında
da görebiliriz: Kendisine Pariste iş teklif eden patronuna cevap verirken
Mersault, "İnsan hayatını hiç
değiştiremez ki, zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır,” demektedir. Böylece
daha ilk sayfalarda M. Ergen’in de okuyucularını 'boşunalık, 'hiçlik',
anlamsızlık' duygularının sergilendiği Varoluşçuluk felsefesi atmosferine
soktuğu söylenebilir.
Kitapta yabancılaşmaya temel teşkil eden buna benzer pek çok örnek
bulunabilir. Her şeyden önce kitapta olabilirlik kipi kullanıldığı için Mahmut
ve anlatıcı herşeyi bilemiyor, yani kendilerini akan bir su üstünde kuru bir
yaprak gibi hissediyor ve böylece yazar okuyucuya da bunu hissettiriyor. Bu ise
alttan alta anlamsızlığı, rasgeleliği körüklüyor ve böylece okuyucunun
kafasında romanın atmosferi oluşuyor! Kaldı ki yaşayan insanlara en anlamsız
gelen olgu ölümlerdir. Bir insanın ölümle yan yana gelince yaşamı ne denli
anlamsız buluverdiği herkesin malumudur! Yukarda belirtildiği gibi kitabın
temel örgüsünü ölümler oluşturmaktadır ki, ek olarak akrabalar arasındaki
yabancılaşma da bu atmosfere katkıda bulunmaktadır. Nitekim de yazar 22.
sayfada Mahmut’un halasından bahsederken, “Bu arada Cemile Hanım, (Mahmut’un
kuşları değil de kedileri olan halası yani)...” demektedir. Buna ayrıca
Mahmut’un babasıyla yabancılaşmasını da ekleyebiliriz. Yazar, 59. ve 60. sayfalarda Mahmut’un babasını içki sofrasında
hiçbir zaman can kulağıyla dinlemediğini anlatır; onun her zaman kızıyla
ilgilenmesini kendine yediremez ve bu yüzden kendini evden kovulmuş bile
hisseder. Hatta kendinin ailedeki konumunu düşünürken de hayalle gerçeği
birbirine karıştırır. Annesinin babasından önce başkasıyla birlikte olduğunu
ama bir aşk kırgınlığı yaşadığını ve sonunda babasına yanına çocuğuyla birlikte
çıkıp geldiğini hayal eder. Bu çocuksa elbette Mahmut'dan başkası değildir (s
60). Nitekim yine bu nedenle Mahmut da oğlunun ilgisizlik, sevgisizlik,
yabancılaşma nedeniyle intihar ettiğini düşünmektedir (s 75 ve 154). Mahmut
içine düştüğü bunalımdan, kendine yabancılaşmasından ve bunları düşürken uzanıp
kalmış olduğu yataktaki tembelliğinden 'beynindeki kurtçukları' sorumlu
tutmaktadır (s 27). Kendine olan yabancılaşmanın en güzel örneğini Melih Ergen
şu satırlarla vermektedir: “İnsan eyleyen bir yaratık olabilirdi ama asla
yanaşmazdı aslına, bizse doğru ya da yanlış edindiğimiz bilgilerle nasıl
çözecektik kendimizi, her birimiz bir başkası değil miydik sonuçta?” (s 44). M.
Ergen'e göre yabancılaşmanın en etkili örneği ise, insanların iletişim kuracak
dilleri olmasına karşın bunu kullanmamaları, sözsüz kalmalarıdır. Yani onun
içini acıtan insanlar dili olsa da sözünün kalmamış olmasıdır (s 61). Bunu
anlatmak için de Suat’ı gençliğinde bir dilsize teslim ettikleri sahneden
yararlanır. Öte yandan Mahmut, roman boyunca annesinin inşaatı yarım kalmış
olan metruk evinde bulunur ki, romanın bütünü düşünüldüğünde bundan daha çarpıcı bir
yabancılaşma sembolü düşünülemez! (s 74). Ayrıca yabancılaşmaya önemli
katkılardan birini de, istasyon hareket memurunun veya bir atın boşu boşuna
ölmesi sahnelerinde görürüz (s 169-170). Kitaptaki en sarsıcı yabancılaşma
ögelerinden bir diğeriyse, Mahmut’un kardeşi Hilal’in işkence gördüğü ve
insanlık dışı muameleler yaşadığı için topluma ve ailesine yabancılaşıp ortadan
kaybolmasıdır (s 94).
Hiç kuşkusuz yabancılaşmaya katkı
sağlayan temaların en önemlisi, ölüm temasıdır. Ailenin alt belleğini
oluşturmasının yanı sıra, bir bakıma onların birbirlerine olan sevgi ve
saygısının mihenk taşı olarak işlev görür; yani ölüm, geride kalanların
ilişkilerini zora sokar. Nitekim oğlunun ölümünden sonra Mahmut karısı ve
kızıyla duyduğu suçluluk duygusu içinde iletişimi keser, birbirlerine
duydukları sevgi çerçevesinde birleşip bu travmayı birlikte atlatamazlar. Bu
kez ölüm, bir başka ölümü peşinden sürüklemiş ve aralarındaki ilişki de ölmeye
başlamıştır (S 73-74). Böylece bir yabancılaşma süreci başlar. Önce Mahmut
kendisinden soğumaya başlar, bu soğuma nefret etmek gibi sadece suçluluk
duygusuyla gerçekleşen bir yabancılık değildir. Sanki duygularıyla mantığı tam orta yerinden ikiye ayrılmıştır. Romanın
başından beri anlatıcıların zaman zaman birleşen iki kişiden oluşması da bu
duyguyu pekiştirmektedir. İki farklı kişi ama her
ikisi de her şeyi biliyor. Yabancılaşmaya ilişkin başka örnekler de vermek
gerekseydi, Suat’la Mahmut’un yabancılaşmasından; arkasından Suat’ın karısıyla;
Mahmut’un annesiyle; özellikle annesinin kendini öldürdükten sonra bütünüyle
içine kapanıp kendisini geçmişine hapsetmesinden; oğlu intihar ettikten sonra
da karısı ve kızıyla yaşadığı yabancılaşmasından söz edebilirdik; hatta karısıyla
yabancılaşmanın en güzel ifadesini de, “...nitekim karısıyla birbirlerinin
değil birlikte kaybettikleri varlığın yokluğunu duyuyor olmuşlardı artık
aralarında ve bu yüzden karısının aradığı onda olmayıp onun aradığı ise
uzaklarda olduğundan, Mahmut da oğlunun bu kez uzaklarda aramaya karar
vermişti” diye okuruz sayfa 74'de. Ayrıca Mahmut’un gördüğü rüyadan onun
oğlunun ölümünün etkisiyle kendi içinde bir parçalanma, bölünme yaşadığını
çıkarabiliriz: “Rüyasında gördüğü kim varsa hepsi de çığlık çığlığa kaçıyormuş;
birbirlerinin sırtına basa çıka, suçu ötekilerine atıp aklamak isteyerek
kendilerini, korumaya çalışarak ruhlarını, batasıca yeryüzü nimetlerini ve
tersini asla düşünemedikleri doğrularıyla Mahmut’u dinlemeden kaçıp
gidiyorlarmış da...” (S 96-97). Mahmut annesini değerlendirirken onun neden
olduğu yabancılaşma sürecini aile içinde yaşadıklarından, bu yabancılaşmanın
kendi oğluna da yansıdığından, bu yüzden sevgisiz kalan oğlunun da annesi gibi
intihar etmiş olabileceğinden dem vurur. Yani burada ölümün neden olduğu bir
yabancılaşmaktan değil de, yabancılaşmanın neden olduğu ölümlerden söz
edebiliriz ( s 154 ). Annenin aşka yabancılaşması ise 196. sayfada ele alınır.
Benzer bir şekilde insanın yaşamla yabancılaşması ölüme, intihara götürmektedir
insanı ve bu ölüm hiç de korkunç bir ölüm değildir yazar için; çünkü dipsiz bir
uçurumdan kurtulmak ya da kendini koşulsuz özgür kılmak, sonunda yüreğini kölelikten kurtarmak ve
böylece varlığının insana ettiği kötülükten kaçıp kurtulmak için insan onuruyla
ölür, hatta ölse daha iyidir (s 155). Ölümler, yazara göre yaşayanların
yaşamlarını kabusa döndürür: “Kasvetin yavaşça ama ezerek indiği” bir andı o
(...) “birazdan yattıkları yerlerden
doğrulup uysallaşmış birer vampir gibi tabutlarının kapaklarını yavaşça itip
mezarlarından sıyrılacaklardı onlar, yere göğe sığamayıp yeni baştan
hayatlarımıza gireceklerdi, (...) yeni baştan dolaşmak isteyeceklerdi
evlerimizde ve tabii sonra da kütüphanelerimizin, albümlerimizin üstüne
koyacağımız fotoğrafları kıpırdanıp duracaktı” ( s 163). Mahmut'un kardeşi
Hilal ise, başlı başına yabancılaşmadır. Başına ne geldiğini anlayamamamız bile
bu özelliğini kanıtlar. Ama o gördüğü işkenceler altında muhtemelen kendine
yabancılaşıp kaybolup gitmiştir. Bu gitmek, “nice gitmektir” bilinmez! (s
94-95). İnsanın kendisiyle, yakın çevresiyle, giderek toplum ve nihayet yaşamla
yabancılaşması için bunca neden varken, büyük acı ve sancılar çekmek pahasına
Mahmut yabancılaşmaya direnmiş, sonuçta en olmaz denen barışmayı sağlamıştır.
Bu barışma, yabancılaşmaya teslim
olmadan kendisiyle, ölümle, aynı zamanda aşkla barışmak demektir. (s 123)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder