7 Nisan 2014 Pazartesi

Yabancılaşma (8/11)

Romanın örgüsü kurulurken belki de kaçınılmaz olarak yazarın yolu yabancılaşmaya çıkmıştır. Yabancılaşma deyince varoluşculuk, varoluşçuluk deyince de Sartre akla gelir. Jean Paul Sartre, temelinde yabancılaşma ögesinin bulunduğu Varoluşçuluk felsefesini şöyle tanımlar: “Köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, topluma yabancılaşmış, mutsuz, huzursuz insan varlığını dile getiren bir felsefedir. Bu felsefe daha çok, toplum içinde yaşayan bireyin tehdit altında olduğunu, günümüzle gelenek arasındaki bağlantının koptuğu, insanın manasız bir hale geldiği, kendi kendini yitirmek tehlikesinin baş gösterdiği yerde ortaya çıkar.” (Jean Paul Sartre. Varoluşçuluk. (Çev. A. Bezirci). İstanbul: Say yayınları, 1997. S. 10. ) M. Ergen‘in  romanı, Suat karakterinden başlayarak köklerinden kopmuşluğun ve bunun birey üzerindeki ölümcül etkilerini anlatan bir romandır. 20. yy yaşanmışlıklar, hatta Suat’ı bir yerde kök salmadan oradan oraya gönderen, bizatihi kendisi içine kapanık ve toplumdan kopuk bir sistem olan demiryolları yaşantısı, inandığı felsefelerin insanı yalnız bırakması ve böylece insanın her türlü inancını yitirmesi, ülkedeki politik ortamın ezici gücünün bireyleri ezip geçmesi gerek Suat, gerekse oğlu Mahmut’un yaşamak zorunda kaldığı  ölümler silsilesinin neden olduğu bu köklerinden kopmuşluk ve hatta bu felaketlerin üzerindeki etkiyi telafi için Mahmut’un tutunacağı dal olan siyasi inancının da acımasızca gerek kendisinde gerekse Hilal’de budanması,  bireylerin yaşantısını anlamsız hale getirmekte ve sonunda bu yüzden de insanlar kendi kendilerini yitirmekte  ya da bu tehlikeyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu nedenlerle 'Sağır Bellek', aynı zamanda bir yabancılaşmalar romanıdır.
            Nitekim yazar romanın daha ilk sayfalarında, Suat’ın defterinin son sayfalarında yazmış bulunduğu notlarında yaşamın ne kadar anlamsız olduğunu anlatmakta ve okuyucuyu adeta romanının genel atmosferine sokmaktadır. “Aslında bütün insanların aynı halleri yaşayıp aynı sözleri söylediklerini, yaza çize karmaşalarını çözmeye çalışsalar bile unutmaya katlanamadıklarını fark ettim” (s 8). Yabancılaşmanın en temel duygularından biri olan bu sürekli 'aynılığı', Albert Camus’ün “Yabancı”sında da görebiliriz: Kendisine Pariste iş teklif eden patronuna cevap verirken Mersault,  "İnsan hayatını hiç değiştiremez ki, zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır,” demektedir. Böylece daha ilk sayfalarda M. Ergen’in de okuyucularını 'boşunalık, 'hiçlik', anlamsızlık' duygularının sergilendiği Varoluşçuluk felsefesi atmosferine soktuğu söylenebilir.
Kitapta yabancılaşmaya temel teşkil eden buna benzer pek çok örnek bulunabilir. Her şeyden önce kitapta olabilirlik kipi kullanıldığı için Mahmut ve anlatıcı herşeyi bilemiyor, yani kendilerini akan bir su üstünde kuru bir yaprak gibi hissediyor ve böylece yazar okuyucuya da bunu hissettiriyor. Bu ise alttan alta anlamsızlığı, rasgeleliği körüklüyor ve böylece okuyucunun kafasında romanın atmosferi oluşuyor! Kaldı ki yaşayan insanlara en anlamsız gelen olgu ölümlerdir. Bir insanın ölümle yan yana gelince yaşamı ne denli anlamsız buluverdiği herkesin malumudur! Yukarda belirtildiği gibi kitabın temel örgüsünü ölümler oluşturmaktadır ki, ek olarak akrabalar arasındaki yabancılaşma da bu atmosfere katkıda bulunmaktadır. Nitekim de yazar 22. sayfada Mahmut’un halasından bahsederken, “Bu arada Cemile Hanım, (Mahmut’un kuşları değil de kedileri olan halası yani)...” demektedir. Buna ayrıca Mahmut’un babasıyla yabancılaşmasını da ekleyebiliriz. Yazar, 59. ve 60.  sayfalarda Mahmut’un babasını içki sofrasında hiçbir zaman can kulağıyla dinlemediğini anlatır; onun her zaman kızıyla ilgilenmesini kendine yediremez ve bu yüzden kendini evden kovulmuş bile hisseder. Hatta kendinin ailedeki konumunu düşünürken de hayalle gerçeği birbirine karıştırır. Annesinin babasından önce başkasıyla birlikte olduğunu ama bir aşk kırgınlığı yaşadığını ve sonunda babasına yanına çocuğuyla birlikte çıkıp geldiğini hayal eder. Bu çocuksa elbette Mahmut'dan başkası değildir (s 60). Nitekim yine bu nedenle Mahmut da oğlunun ilgisizlik, sevgisizlik, yabancılaşma nedeniyle intihar ettiğini düşünmektedir (s 75 ve 154). Mahmut içine düştüğü bunalımdan, kendine yabancılaşmasından ve bunları düşürken uzanıp kalmış olduğu yataktaki tembelliğinden 'beynindeki kurtçukları' sorumlu tutmaktadır (s 27). Kendine olan yabancılaşmanın en güzel örneğini Melih Ergen şu satırlarla vermektedir: “İnsan eyleyen bir yaratık olabilirdi ama asla yanaşmazdı aslına, bizse doğru ya da yanlış edindiğimiz bilgilerle nasıl çözecektik kendimizi, her birimiz bir başkası değil miydik sonuçta?” (s 44). M. Ergen'e göre yabancılaşmanın en etkili örneği ise, insanların iletişim kuracak dilleri olmasına karşın bunu kullanmamaları, sözsüz kalmalarıdır. Yani onun içini acıtan insanlar dili olsa da sözünün kalmamış olmasıdır (s 61). Bunu anlatmak için de Suat’ı gençliğinde bir dilsize teslim ettikleri sahneden yararlanır. Öte yandan Mahmut, roman boyunca annesinin inşaatı yarım kalmış olan metruk evinde bulunur ki, romanın bütünü düşünüldüğünde bundan daha çarpıcı bir yabancılaşma sembolü düşünülemez! (s 74). Ayrıca yabancılaşmaya önemli katkılardan birini de, istasyon hareket memurunun veya bir atın boşu boşuna ölmesi sahnelerinde görürüz (s 169-170). Kitaptaki en sarsıcı yabancılaşma ögelerinden bir diğeriyse, Mahmut’un kardeşi Hilal’in işkence gördüğü ve insanlık dışı muameleler yaşadığı için topluma ve ailesine yabancılaşıp ortadan kaybolmasıdır (s 94).

            Hiç kuşkusuz yabancılaşmaya katkı sağlayan temaların en önemlisi, ölüm temasıdır. Ailenin alt belleğini oluşturmasının yanı sıra, bir bakıma onların birbirlerine olan sevgi ve saygısının mihenk taşı olarak işlev görür; yani ölüm, geride kalanların ilişkilerini zora sokar. Nitekim oğlunun ölümünden sonra Mahmut karısı ve kızıyla duyduğu suçluluk duygusu içinde iletişimi keser, birbirlerine duydukları sevgi çerçevesinde birleşip bu travmayı birlikte atlatamazlar. Bu kez ölüm, bir başka ölümü peşinden sürüklemiş ve aralarındaki ilişki de ölmeye başlamıştır (S 73-74). Böylece bir yabancılaşma süreci başlar. Önce Mahmut kendisinden soğumaya başlar, bu soğuma nefret etmek gibi sadece suçluluk duygusuyla gerçekleşen bir yabancılık değildir. Sanki duygularıyla mantığı  tam orta yerinden ikiye ayrılmıştır. Romanın başından beri anlatıcıların zaman zaman birleşen iki kişiden oluşması da bu duyguyu pekiştirmektedir. İki farklı kişi ama her ikisi de her şeyi biliyor. Yabancılaşmaya ilişkin başka örnekler de vermek gerekseydi, Suat’la Mahmut’un yabancılaşmasından; arkasından Suat’ın karısıyla; Mahmut’un annesiyle; özellikle annesinin kendini öldürdükten sonra bütünüyle içine kapanıp kendisini geçmişine hapsetmesinden; oğlu intihar ettikten sonra da karısı ve kızıyla yaşadığı yabancılaşmasından söz edebilirdik; hatta karısıyla yabancılaşmanın en güzel ifadesini de, “...nitekim karısıyla birbirlerinin değil birlikte kaybettikleri varlığın yokluğunu duyuyor olmuşlardı artık aralarında ve bu yüzden karısının aradığı onda olmayıp onun aradığı ise uzaklarda olduğundan, Mahmut da oğlunun bu kez uzaklarda aramaya karar vermişti” diye okuruz sayfa 74'de. Ayrıca Mahmut’un gördüğü rüyadan onun oğlunun ölümünün etkisiyle kendi içinde bir parçalanma, bölünme yaşadığını çıkarabiliriz: “Rüyasında gördüğü kim varsa hepsi de çığlık çığlığa kaçıyormuş; birbirlerinin sırtına basa çıka, suçu ötekilerine atıp aklamak isteyerek kendilerini, korumaya çalışarak ruhlarını, batasıca yeryüzü nimetlerini ve tersini asla düşünemedikleri doğrularıyla Mahmut’u dinlemeden kaçıp gidiyorlarmış da...” (S 96-97). Mahmut annesini değerlendirirken onun neden olduğu yabancılaşma sürecini aile içinde yaşadıklarından, bu yabancılaşmanın kendi oğluna da yansıdığından, bu yüzden sevgisiz kalan oğlunun da annesi gibi intihar etmiş olabileceğinden dem vurur. Yani burada ölümün neden olduğu bir yabancılaşmaktan değil de, yabancılaşmanın neden olduğu ölümlerden söz edebiliriz ( s 154 ). Annenin aşka yabancılaşması ise 196. sayfada ele alınır. Benzer bir şekilde insanın yaşamla yabancılaşması ölüme, intihara götürmektedir insanı ve bu ölüm hiç de korkunç bir ölüm değildir yazar için; çünkü dipsiz bir uçurumdan kurtulmak ya da kendini koşulsuz özgür kılmak,  sonunda yüreğini kölelikten kurtarmak ve böylece varlığının insana ettiği kötülükten kaçıp kurtulmak için insan onuruyla ölür, hatta ölse daha iyidir (s 155). Ölümler, yazara göre yaşayanların yaşamlarını kabusa döndürür: “Kasvetin yavaşça ama ezerek indiği” bir andı o (...)  “birazdan yattıkları yerlerden doğrulup uysallaşmış birer vampir gibi tabutlarının kapaklarını yavaşça itip mezarlarından sıyrılacaklardı onlar, yere göğe sığamayıp yeni baştan hayatlarımıza gireceklerdi, (...) yeni baştan dolaşmak isteyeceklerdi evlerimizde ve tabii sonra da kütüphanelerimizin, albümlerimizin üstüne koyacağımız fotoğrafları kıpırdanıp duracaktı” ( s 163). Mahmut'un kardeşi Hilal ise, başlı başına yabancılaşmadır. Başına ne geldiğini anlayamamamız bile bu özelliğini kanıtlar. Ama o gördüğü işkenceler altında muhtemelen kendine yabancılaşıp kaybolup gitmiştir. Bu gitmek, “nice gitmektir” bilinmez! (s 94-95). İnsanın kendisiyle, yakın çevresiyle, giderek toplum ve nihayet yaşamla yabancılaşması için bunca neden varken, büyük acı ve sancılar çekmek pahasına Mahmut yabancılaşmaya direnmiş, sonuçta en olmaz denen barışmayı sağlamıştır. Bu barışma,  yabancılaşmaya teslim olmadan kendisiyle, ölümle, aynı zamanda aşkla barışmak demektir. (s 123)

Önceki Sayfa                                                                                          Sonraki Sayfa



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder