"Ütopyalarımız veya inançlarımızla gerçekliği
birbirine karıştırıyoruz"
Melih Ergen
“Soruyu biraz daha kısa ve net sormadan…” demeden az önce
dile getirmiş olduğunuz bütün bu çözümlemeler, verilecek yanıtların da aynı
doğrultuda olmasını ümit edip sanki haklı bir umudu paylaşmak ister, hatta az
daha öteye gidip ‘ne yapsak da şu partiyi kurup siyaset sahnesindeki yerimizi
alsak’ diye Yeşiller’den yana olmanın, yani taraf olmanın kaygılarını da
içeriyor sanki kendi içinde. ‘Üç Ekoloji’ adlı (neden iki ya da beş değil
acaba?) bir dergi çıkarmak için yola koyulanlar için doğal karşılanabilir bu
tutum, hatta bu soruyu yanıtlayacak olan kişilerin isimlerine baktığınızda,
aynen benim gibi onların da bir zamanlar buna benzer ümitler besleyen insanlar
olduğunu hatırlamak mümkün; ne var ki dergi çıkarmak isteğinin ‘parti’ kurma
amacına doğru yöneldiğini görüp anlayınca -ister istemez- bir an duruyor insan,
inançlarımız ya da dileklerimizle yaşanan ya da yaşanagelen gerçekliği
tokuşturmak için tabii ki kendi içinde. Sonra da hayat hep öyle midir acaba
diyorum kendi kendime, hani inandığımız ütopyaların gerçekleşmesi için umutla
peşinde koşarken onun, oysa nasıl da acımasızca sürüp gidiyor o kendi
gerçeğiyle diyorum, yazık ki hep öyle oluyor diye ekliyorum ardından.
Yo, ekliyorum ama asla nostaljik anlamda söylemiyorum
bunları, aynı dili konuştuğumuzu sansak bile bir diğerini anlamadığımız,
anlamak istemediğimiz için belki de; hani ‘iktidar’a karşı olma anlayışını
hükümete karşı olmakla eş anlamda kullanmaya kalkıştığımız, böylesi tuhaf bir
‘politik’ bir ortamı paylaşmaktan ötürü en çok da. Baksanıza, ‘Avrupa’da iktidara
gelen (altını ben çizdim) yeşil partilerin’ üzerinden ya da onlara atıfla
kaleme alınan bir umut paylaşımından söz ediyoruz şimdi de. Ya da yirmi yıldır
savaş karşıtlığı yolunda veya kadın hakları – çevre sorunları – demokrasi
yolunda mücadele etmiş olduğu belirtilen bir hareketin nasıl olup da ‘görünür’
hatta ‘var’ olabileceğini soruyoruz, ama var olmayan, hatta görünmeyen bir hareketin
yirmi yıldır bunları nasıl yapabildiğini ise nedense hiç sormuyoruz
birbirimize. Sanırım bizler oldum-olası dilediklerimiz, ütopyalarımız veya
inançlarımızla gerçekliği birbirine karıştırıyoruz, sonra da yeterince çalışma
yapmamak, ya da şimdilerde olduğu gibi ‘ilke’ belirleme tartışmaları arasında
boğulup gidiyoruz. (Hele eskiden ‘ilke’ derken yalnızca tüzük ilkelerinden
ibaret olduğunu da hatırlatmak gerekiyor tabii ki bunun; asla siyasi anlamı
okunmazdı çünkü ilkenin, iktidara karşı olan bir harekette başkan olmak,
oldukça ve yeterli bir ilkesel varlık nedeniydi hatta kimileri için!) Özetle
yanlış yapmak haklarımızı kullanıyoruz yani birlikte, eh bu da yeşillerin
olmazsa olmaz ilkelerinden olsa gerek deyip geçiyorum.
Soruya ve konuya dönecek olursak, tabii ki ben de tarafım ve
Yeşiller Partisi’nin var olmasını yürekten isterim, bunun için ne çabalar
göstermiş olduğumu nasıl unuturum? Ama kuruluşunu başlı başına bir ‘çevre
eylemi’ olarak yorumladığım ‘eski’ Yeşiller Partisi yerine yenisinin kurulmasını
bir amaç olarak görmediğimi de belirtmek isterim doğrusu. Bu dönemde
ve başlı başına olmasını dilediğim temel amaç: kurulacak böylesi bir partinin
ve tabii ki şimdilerde internet üzerinden izlediğim ve değer verdiğim ilkesel
tartışmaların yanı sıra, bu ilkelerin hayata karışacağı yerdeki işlerliğiyle
ilgili: Yani nasıl olacak da ‘parti’ olurken eleştirdiği ama yine de sahip
olacağı şu monolitik – merkezci – hiyerarşik kurumsal yapısına tutsak olmadan
işlerlik kazanacak bu parti, ya da merkezi iktidar talebinden gönül
rahatlığıyla nasıl yapıp da cayıp yerel yönetimlere talip olan bir siyaset
geliştirecek, ya da bunu becerebilse bile dönüp arkasına baktığında parti
kurmaya kalkışanların dahi kaçıp gittiğini görünce hiç mi düş kırıklığına
uğramayacak? Bana kalsa uzatabileceğim daha nice sorunun dışında ve yalnızca
yukarıdaki cümle içinde geçen üç soru bile yanıt bekliyor kafamın içinde. 1986
yılında (İstanbul’da parti kurma çalışmalarının tam göbeğindeyken) bir bayan
arkadaşın sorusuna yirmi yıldır kimsenin toparlayıcı bir yanıt vermek
istemeyişi gibi: “Yeşiller Partisi’ni kuruyorsunuz ama Marksizmle teorik
çarpışma için yeterli cephaneniz var mı sizin?”
Sahi, sözü uzatmak yerine Karaburun’da yapılan Ütopyalar
Toplantısı sonrasında yazmaya kalkıştığım bir değerlendirme yazısına hâlâ yanıt
alamadığımı belirterek bitireyim en iyisi. Bu toplantıda değer verdiğim
sosyalist arkadaşlar, İşçi Partisi’nin teorik cephesinde fikir üreten
arkadaşlar da vardı doğal olarak, ama nedense onlar da hiç ses vermediler. Öyle
ya, belki Marksizm de yeşillere yanıt veremiyor olabilirdi son on yıldır, bense
dayanamayıp Sema Bulutsuz’un sunduğu bildirideki son satırlarını yazıma
kattığım bu metni, hele şimdi internet üzerinden yapılan ilke tartışmalarının
tam da öteki ucundan çekiştirmek amacıyla burada sunayım bari diyorum, hani bir
taşla iki kuş vurmak için…
10. ütopyalar toplantısının ardından
Toplantı öncesinde tebliğ özeti istendiğinden: “Eminim ki bu
toplantı boyunca ve nice tebliğler içinde, ‘ütopya’ sözcüğünün olup-olmayan
‘yer’ anlamına gelip-gelmediği, Latince’si-Farsça’sı-Türkçe’si derken ondan
ilimsel-bilimsel anlamda ne anlamamız gerektiği bolca terennüm edilecek ve
tabii ki oldum olası yaşanan şu hayatlardan, ya da düzenlerden sıkılıp da bunu
topyekûn reddeden nice kulların uzunlamasına yatıp heyecanla kurdukları bir
hayal, yani talep ettikleri yeni hayata ilişkin bir özlemden ibaret olup-olmadığı
da söylenecek,” demiş, sonra da şöyle devam etmiştim: “Zaten buna ütopya değil,
‘aşk’ adını takıyor Orhan Pamuk da. Oysa yaşanası yeni bir dünya düzenine ait
önermelerin bütüncül ve kurumlar arası -zorunlu- bir mantıkî bağla örülü olması
gereği, yaşanmakta olan dünya -ülke bile değil- düzenlerinin zorunlu bir
eleştirisini de barındıracak, barındırmak ne söz, işe tam da bu noktadan
başlamak gerekecektir. Çünkü tersine bir ‘hayal’ aşk bile olamayacak, aslında
bütüncül olma ve zorunlu bağları arama kaygısı ütopyayı hayalden çıkarıp onu
bir ‘tasarlama’ edimi olarak anlamanın ön koşulu olacaktır. Ötesi, yani en
azından nereden baktığımıza bağlı ve seçilen inançların ötesinde önerilen her
türden ütopya, ya iyiniyet kumkumalarının hezeyanı, ya da temelsiz inşaata
kalkışan taşeron evlerine benzeyecektir ki böylesi bir kör dövüşün yaratacağı
ütopyaların gidecekleri yer, bak işte o zaman hiç olmayacaktır. Yeşillerin ünlü
sözünden çağrışımla, imkansızı istiyor görünse de gerçekçi bir yanı olması
gerekecektir yani ütopyaların. Yaşanan hayatın gerçekleri eninde sonunda bizim
doğrularımızı aşar çünkü; ama ‘senin için böylesi doğru olacaktır’ yolundaki
her önerme, ancak ‘gerçek’ olanın eleştirisiyle aşılır ve üstelik bu gerçek,
sevsek ya da sevmesek de ortada olup inançlarımız ya da ‘doğru’ olduğunu
sandığımız fikirlerimizle ilgili değildir pek. Refahın, eşitliğin ve özgürlüğün
varolduğu bir dünya hayalimizi sosyalizmden beklemiş olabiliriz hayatımız
boyunca, ama tersine gerçeklerle dolu olan bir deneyimin yanlışlarını bizzat
kendi kuramlarının içinde gizlenmiş olduğunu görürsek onun ve biz hâlâ bu
kuramları deşmek yerine yalnızca yaşanan bir gerçeklik olarak algılarsak
bunları, doğrularımız kör inançların bataklığına saplanmış demektir ve şimdi
bizden beklenen ütopyalar da ilk sallantıyla yıkılıp giden Düzce evlerine
benzeyecektir.
Israrla ve tekrarla: Roma’lı beyler gibi yan gelip canım
öyle istiyor diye bir ütopya önermiyorsak eğer ve hatta böylesi ütopyalar
önermek hiç de kolay olmadığına göre, üstüne üstlük kendimizden menkul
doğrularla ütopyalar önermek özgürlükçü kavramlarımıza ters düşüyorsa, bizim de
alçakgönüllü bir tutumla ve senin için böylesi daha iyi diye bir düzenleme
mantığı dışında ve acaba senin için neden kötüdür diye bir sorgulama mantığına
sahip olmamız gerekiyor sanırım. Özetle, -en azından ben böyle düşündüğüm için-
söyleyeceklerim tam da böylesi ütopyaların ve ‘gerçeğin’ eleştirisiyle birlikte
ve yine çatısı birlikte çatılacak bir ütopya denemesi olacaktır yalnızca. Bu
yüzden ‘olmayacak’ bir tebliğin özetini nasıl gönderebilirim ki?
Not: Okudukça yine de özet sayılır mı acaba bu
söylediklerim? Yine de bir adı-başlığı olması gerekseydi eğer, ‘Ütopya
Yanılsaması’ ya da ‘Ütopyasızlığın Ütopyası’ gibi ne dersin?” demiş
Savaş’a ve aynen böyle konuşmayı hayal etmiştim Karaburun’da düzenlenen Onuncu
Ütopyalar toplantısında.
Sonra, yani daha ilk oturumda üstelik, ’21.Yüzyıl için İkili
Bir Felsefi Yapılanma Olarak Ütopyanın Bu Topraklara Dair Özel Durumu:
Artütopyalar ve Dystopyalar’ adlı A. Hilmi Balcı’nın sunduğu bildiriden oldukça
ümitlenmiş ve tamam demiştim: “En azından bu kez birbirimizin ne söylemek
istediğini daha iyi anlayabileceğiz.” Neden ‘bu kez’ ve neden ‘en azından’
sorusunun yanıtı ise, bundan önceki toplantılarda hakim olan ‘kavramsallaştırma’
kaygılarının dışında kullanılan ‘dil’in aşılacağına dair bir vurgunun yapılmış
olmasıydı bu bildiri sayesinde. Ne var ki Balcı ve iki genç arkadaş, ‘ütopya’
kavramının, diyelim ki yaşadığımız hayata ilişkin ‘hayır’larımız yerine özlenen
hayata dair önerilen siyasi-politik programlardan farkını ve neden farklı
olduğunu anlatmaya çalışırken, Beno Kuryel, ‘Sınavsız Öğrenim Ütopyası’
başlığıyla dile getirdikleriyle -doğruluğu ya da eklenmesi gerekenler bir yana-
bugünkü eğitim sisteminin iyileştirilmesine ilişkin bir ‘önerme’ sınırlarında
gezinmeyi seçmiş ve aynı sorunla bir kez daha karşılaşmıştık. Beslendiğimiz
kavramların ötesinde inançlarımız ya da gereksinmelerimiz ‘benzer’ değilse
eğer, birbirimizi anlamak gerçekten güçleşiyordu böylesi toplantılarda. Diyelim
ki sevgili Kuryel’in oldukça değerli ve anlamlı olacak görüşleri ‘gündem’
dışına kaymamış olsaydı, ütopyaların olacağı-olmayacağı ya da olup-olmaması
gerektiği yolundaki ikili fikrin tartışması oldukça zihin açıcı olabilir ve
böylece geçen yıllarda noksan kalmış olan ‘özet çıkarma’ işlemi (ya da işlevi)
de oldukça kolaylaşabilirdi. Ütopyaların yanı sıra tabii ki siyasi programlar
veya olması yeğlenen reel önerilerde bulunmak da gerekiyordu belki, ama bu
toplantıların amacı yaşadığımız hayatı ‘düzenleyecek’ fikirlerimizden önce
hayatı nasıl anladığımızla ilgili değil miydi daha çok? Eh, şairin dediği gibi
“İmkânsızdır anlamak!” deyip konuşulanları sessizce dinlemek de vardı doğrusu,
Karaburun’da deniz durgundu çünkü; yemekler güzel, eski arkadaşları görmekse
hepsinden güzeldi.
Sahi, eski arkadaşlardan kastımsa bu toplantılara her zaman
katılan ve sosyalizme gönül vermiş olan arkadaşlarımdı. İnsanın insanı
sömürmediği (yalnızca doğayı sömürdüğü belki), herkesin eşit olduğu (ama parti
yöneticilerinin daha eşit olduğu), demokrasinin yarattığı ifade ve yaşama
özgürlüğünün hakim olduğu (proletarya diktatörlüğü tezinin unutulduğu böylece),
üretimin daha verimli olması nedeniyle yoksulluğun olmadığı (kapitalist üretim
tarzının daha disipline edilmesiyle tabii ki), özetle özgür (burası hepten
karışık) bir dünyanın hayalini birlikte kurduğumuz arkadaşları görmek gerçekten
heyecan vericiydi ve en azından onlarla ortak bir ‘dil’e sahip olduğumuzu
düşünüp keyifli ve ufuk açıcı sohbetler yapabileceğimizi düşünüyordum geceleri.
Her ne kadar ‘Boş Zamanlar’ adlı Ütopya toplantısında ve bana göre Marksizm’in
temel kavramlarına ters düşen bildiriler sunmuş olsalar da önceleri onlar,
belki de Engels’in zorunlu çalışmanın olmayıp dileyenin bahçe duvarını
onarmasıyla ilgili ütopyasını, ya da bizzat Marks’ın 1844 El Yazmaları’nda işçi
ve sermayenin birbirini ürettiğini ve böylece kısır bir döngü içinde meta
olarak kalacak insanın işçiden başka bir şey olmayacağını, (çalışmanın da
sermayenin ürünü olduğunu böylece) hatta Marks’ın damadının aylaklığa övgüler
düzdüğü kitabında zorunlu çalışmayı tümden reddettiğini, A.Gorz’un ise
‘İktisadi Aklın Eleştirisi’nde bütün bunları derleyip topladığını ve hep bu
yüzden doğada boş zaman yoktur diyerek çalışmayı savunmanın bizzat Marksizm’e aykırı
olacağını unutmuş olabilir, ya da devlete talip olan bir siyasi hareket olarak
şimdiden aylaklık (!) fikrini yaymak istememiş olabilirlerdi pratik anlamda;
ama ne de olsa siyasi bir propaganda alanı olmayıp teorik düzlemde
tartışmaların yapıldığı bir yerdi burası ve ‘iman’ dışı fikir tartışmalarına
açık olacak olan yegâne insanlarsa ancak sosyalistler, yani benim eski
arkadaşlarım olabilirdi.
Heyhat… Her ideolojinin eninde sonunda bir ‘inanç’ olduğunu
unutmuşum ben de, bilimsel metotlarla düşündüğünü sandığım bu arkadaşlarımın,
(bilimin ne denli ‘bilimsel’ olduğu ise apayrı bir konu tabii) her biri ayrı
bir tartışma konusu olan ve sürekli parantez içinde belirttiğim itirazlarımı
dikkate almak bir yana, ütopya kavramına yükledikleri sınırlı bir anlamla
yaptıkları ve siyasi propagandaya dönük olan konuşmaları, (Irak Savaşı
üzerinden Amerikan emperyalizmine yönelik eleştirileriyle imanlarını tazeleme –
neden acaba?) çabalarının ötesinde olamamıştı yazık ki; çünkü Sovyetler
Birliği’nin baş düşman ilan edildiği günlerdeki tartışmaların bile gerisindeydi
bu propaganda: Esas tehlikenin Rusya olduğuna işaret edildiği günlerde ABD
emperyalizmine de değinilir, ama -herkeslerce bilindiği için- nedenleri ve
nasılları uzun uzadı anlatılmazdı böyle, altmışlı yıllardan kalan ve artık
bütün bir dünyanın bildiği bir saptama, Irak Savaşı üzerinden geliştirilecek ve
üstelik yeni argümanların deşildiği bir toplantıda anlamlı olabilirdi belki,
ama sözgelimi sevgili Ender Helvacıoğlu’nun bildirisi, üstelik kendi deyişiyle
‘yıllardır Ütopya Dergisi çıkaran biri’ olmasıyla savaş karşıtı bir söyleme
dönüşeceğinin umut edildiği bir anda, yazık ki tam o anda bitivermişti. Yani
haklı-haksız savaş ayrımını yapıyor mu yapmıyor muydu sosyalizm, hiç olmazsa
bunu söylemeliydi Helvacıoğlu demeye kalmadan… Her neyse, zaten bütün
ütopyaların ‘tahakküm’ esaslı olduğunun ve olacağının nedenlerini tartışmak bir
yana, günlük siyasi çözümlemelerinin alt metni olacak teorik dilin ötesindeydi
şimdi ortam. Deniz durgun, danslar hızlı ama eski arkadaşların zihni oldukça
eskimişti (!) anlaşılan.
Benimse ütopyamın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini
anlatmak yerine ve şimdi bile yeniden böyle bir yöntemi seçip (bir ara soruldu
çünkü) diğer bildiri sahiplerinin görüşlerine ilişkin eleştirilerimi öne çıkararak
ve bu yazıyı toplantı sonucundaki sonuçlara ilişkin bir değerlendirme biçiminde
yazmamın temel nedeni, en başta belirttiğim gibi ütopyaların volantarist
karakterleri ve tanımları gereği olan kaçınılmaz sonuçlarından kaçınmak, yani
şu ünlü ‘tahakküm tasavvurları’nı birlikte ve nasıl bir dünya istiyoruz
biçiminde, üstelik ortak ‘özlem’lerimiz halinde nasıl dillendirebiliriz diye
düşünmemden, ya da -şimdi bile- aynen böyle varsaydığımdan ötürü(ydü) yalnızca.
Kasıtlı bir ihtiyatlılığın karşılığı sayılmalı(dır) yani bu tutum. Çünkü tersi
bir durumda özlemlerimiz yeniden ütopyaya dönüşebilir ve biz bilmeden yeniden
tek-tipçi, baskıcı bir yapı içinde (toplantılardaki ‘kolaylaştırıcı’ sistemine
bile katlanamazken) bulabiliri(z)dik kendimizi. Yapmamız gereken tek şey, bir
zamanlar içimizi heyecanla dolduran ve bizi hülyalara sürükleyen o sevimli
ütopya sözcüğünün, ama tarihte onlarca örneğini gördüğümüz baskı-şiddet ve
zulmün kaynağı da olabileceğini görerek gerçekçi olmak, bir yandan da imkânsız
olanı istemekten asla vazgeçmemek olmalı(ydı) aslında. Sema Bulutsuz’un
değindiği Hitler ütopyasının yalnızca Alman’lara ilişkin olmasını, Stalin’in
öldürdüğü yüz binlerce Rus’un ve onların torunlarının acısını asla
dindirmeyeceğini, dindirmediğini de biliyorduk çünkü. Öte yandan teori, tabii
ki yaşanan tarihin bıraktığı acılarla gelişir ve ancak böylece yol gösterici
olabilirdi, asla imanla değil! Kol kırılır ve böylece yen içinde kalmalıdır
deyişi ise iktidarlara ve devletin varlığını sürmesini isteyenlerin işi olabilirdi
yalnızca, bizimse hiç değil!
Sosyalizmin masum olduğuna inandığımız, bizlerinse masum
olarak öğrendiğimiz ilk kurallardan biri (dilerseniz bilimsel olma kaygısını
taşıma becerisi deyin buna, dilerseniz eleştiri-özeleştiri yapma usulü), ama
gerçeği kabul edip hataları cesaretle düzeltme tavrı, bireysel ama devrimci bir
ahlak gereği ve geleneğinin de sonucuydu aynı zamanda: Gerçek nesneldir,
bilimseldir ve (o zamanlar tartışmasız bir biçimde öyleydi en azından) aklı
başında olup da herhangi bir çıkarla bağı olmayan hiç kimse, üstelik bu tavrı
asla reddetmeyip ne türden baskı olursa olsun fikirlerini cesaretle söyler,
yani gerçeklerden asla ürkmeyip fikirlerini her alanda sonuna kadar savunurdu.
Toplantıdaki arkadaşlarımın görüşlerini ise tam olarak bilmiyorum şimdi; ama
kimi eski-yeni sosyalist arkadaşlar Stalin’i kolay lokma sayarak ve sosyalizmin
kamburunu ‘reel’ sözcüğüne sarılarak atmaya kalkışarak inançlarını sürdürmeyi
seçmiş olabilirdi, ne var ki ve ‘taraf’ olarak gördüğüm için açıkça
belirtmeliyim ki, “Bu göller bizim ama balıklar sizin; ormanlar bizim ama
ağaçlar sizin; bu ne biçim sosyalizm?” diye soran köylü önderi Makhno’nun
başını vuranın Lenin olduğunu görmezden gelerek ve şimdi tarihin karşısında
olduğu kadar teorik düzlemde de yeni değerlendirmeler ve yeni ütopyalarla tarih
sahnesinde yerini almak yerine, hatta ne zaman tarihten söz etse ya da her
türlü şerrin iktidardan geldiğini söylemek istese birisi, tarihin özellikle
gizli bırakılmış köşelerini deşip bunları dinlemek istemeden sosyalizmi
savunmak ne denli doyurucu olabilirdi? Bu bilimi değil, ancak ‘imanı’ı savunmak
tavrıyla bir tutulabilir ve böylece sosyalizm önündeki ‘bilimsel’ olma savından
kopartılarak kendiliğinden bir ‘inanç’ haline dönüştürülmüş olmaz mıydı? ‘Her
ideoloji, bir imandır,’ sözü gerçekten doğru muydu yoksa?
Teorik yaklaşımlar yerine günlük politikaların
değerlendirmesini yapan arkadaşlarımı anlamakta gerçekten güçlük çektim bu
toplantıda. Ola ki ‘gündem’ böyle bir sorunun üzerine kurulmuş olabilirdi, ama
kimi arkadaşlarımın söylemlerindeki zorlayıcı, hatta Çillervari, ‘ya böyledir,
ya da böyledir, başka bir yol yoktur,’ gibisinden alan daraltan, bir başka
türlüsünün de olabileceğini görmeyen, devrimciliği yalnızca kendilerinden
menkul gören anlayışlarından ötürü sosyalizmin sözünü ettiğim referansları
üzerinden düşünenlere karşı haksız bir üslup seçimi içinde olduklarını bile
düşündüm doğrusu. Üstelik ne din, ne de bir küfür varken ortalıkta. Hepimizin
de hülyası gerçekten sınıfsız, devletsiz, iktidarsız, partisiz, özgür bir dünya
değil midir? Kullandığımız ortak dilde adı geçen sınıflı toplum, geçiş
toplumunun hedefi; devlet giderek sönecek bir erk; iktidar kaçınılmaz olduğu
için silahın ucunda; parti ise bu işler gerçekleştikten sonra kendini
feshetmeyecek miydi yoksa? Ütopyaların kısa hedefli ve günlük siyasi programlar
çerçevesindeki o kaçınılmaz gündemlerinde değil, kendi taşıdığı anlamın esası
üzerinden tartışılması ve tabii ki teorik bir düzlemde, yani kavramların
ışığında yapılması gerekmez miydi? Ekoloji, feminizm, sivil toplum, azınlık
haklarına (etnik değil) ait bir demokrasi tanımı, ya da doğrudan demokrasi,
otonomi, hatta determinizm-kaos-öznel bilimsellik-özgürlük… Bunların hepsi de
boş yere uçuşan şık ve sevimli sözcükler olmaktan öte devlet ve iktidar kavramının
düzenleyici mantığına darbe indiren, bu yüzden de sosyalizmin teorik cephesinde
yarıklar açan yeni oluşumlardır aslında. Irak savaşı, aynen İstanbul’un fethi
gibi yeni bir çağı açıp dünyayı emperyalizm teorileriyle açıklamanın
yetmezliğini öğretedururken, yabancısı kaldığımız bu kavramları kendi torbamıza
doldurmak yerine onların hangi gerçeğin eleştirisinden kaynaklandığını, hangi
ihtiyaçlardan doğduğunu anlamak değil midir esas işimiz? Sözgelimi, Türkiye’de
‘68’lilerVakfı’nı kuranların, (ki kimseyi tanımıyorum aralarından) Çekoslavakya
işgali üzerine ayaklanan ve daha fazla ‘özgürlük’ diye yürüyen işçilerle
öğrencileri bastıranların gerçekte Fransız Komünist Partisi’nin siyaseti
olduğunu bilmemeleri, ama aynı tarihlerde Türkiye’de daha fazla ‘sosyalizm’
diye yürüyen 68’lilerle (ki ben de aralarındaydım) ayrımını anlamak ve anlatmak
gibi bir sorumlulukları olduğunu düşünmek gerekmez mi? Aynen ‘demokrasi, hemen
şimdi!’ sloganının sosyalizm teorisiyle neden bağdaşmayacağını düşünmeden
kullanmaya kalkışan ÖDP’liler gibi… Bu sloganın bağrındaki sosyalizm
eleştirisini anlamamak, sosyalizmin anarşizmle olan hesaplaşmasını
geciktirebilir belki kısa vadede, ama yelkenleri yanlış rüzgârla dolan ÖDP
teknesinin vardığı yer de ortadadır. Kavramların içini boşalta boşalta ve
olmazsa olmaz tanımları bile çiğneyerek ‘halk edilen’ (iradeye bağlı olduğu
için yoktan var edilen) bir sosyalizm, sonunda ‘halt’ etmekle birleşirse eğer
bütün dünyada, bunun suçunuysa halklarda değil bizzat sosyalistlerde, ya da
parti ve iktidar kavramlarının içinde aramak gerekir diye düşünmek gerekir!
Bilim aklı, özeleştirisi ise önce cesaret gerektiriyor.
Hiyerarşik bir kümelenmenin tepelerinde statükocu bir biçimde yer almak
istemiyor ve ayrıca düşünce tembelliğine kapılmadan hayatı anlamaktan söz
ediyorsak eğer, tabii ki devrimci olmaktan caymamak ama tek yolun da sosyalizm
olmadığını anlamak gerekiyor. Bir başka türlüsü mümkündür ve sosyalizme ait bu
eleştiriler, gerçekte devrimci bir cesaretle ‘iman’ın üstüne yürüyüp
statükocu-baskıcı anlayışları yenmek, sonra da sınıfsız ve özgür bir dünya
tasavvurlarını birlikte çatmanın ön koşuludur. Hele böylesi ütopyaları
liberaller ya da kapitalizmin ideologlarından beklemediğine göre kimse, kızıp
kırılmak, (bir önceki toplantıda karşılaştığım bir davranıştı bu) ön yargılarla
davranmak, (neredeyse ‘dönek’ saymak) ‘bilimsel’ olduğu savına sahip sosyalizme
uygun olmasa gerek. Yaratacağımız yeni ütopyaların rehberliğini Marksizm ve bu
öğretiyle dünyayı çözümleyenlerin dışında kimlerden bekleyebiliriz ki?
Anarşizm iktidarı hedeflediği andan itibaren tanımını
boşaltır, tutarlılığını yitirir belki, ama tarih iktidarlar tarafından
yazıldığı için haklılığı anlaşılamamıştır anarşizmin. Katıl-katılma, seç-seçme
ama tartışmadan kaçınmamalı, bir zamanlar neden sosyalist olduğumuzu yeniden
hatırlamalıyız: Bilim (!) ya da bilme merakına duyulan ilgimiz, inanç esaslı
olmadığına ‘inanageldiğimiz’ pozitivizim (!) ve bütün insanların hayrına
olduğunu varsaydığımız çözümlemelerle yapageldiğimiz önermelerin adı değil
miydi o mücadelelerimiz? En azından Jacques Rigaud’un, “Kesinlediğim zaman bile
kuşku duyarım,” sözüne yaslanıp kesinlediklerimizin tersine söylenenlerin ne
olduğunu dinlemeli, cesaretle dinleyip titizlikle incelemeliyiz. Ama hep o
cesaretle, çünkü epistomolojik kopuşlar oldukça karın ağrıtsa bile denizin
durgun olmasını istiyorsak eğer öncesinin dalgalı olacağını bilmeli, birlikte
yaşadığımız hayatınsa kendini her gün yeniden ürettiğini ve onu ancak kaç zaman
önce birlikte öğrendiğimiz ‘zıtların birliği’yle anlayabileceğimizi fark
etmeliyiz.
Kim ne derse dersin, bu hayatı birlikte çoğaltacağımıza
inanıyorum ben. Kimi -eski- parti önderlerinin eleştirilerinden farklı olarak
parti içi sorunlar veya kişisel eleştirilerin sınırlarında anlamıyorum çünkü
anarşizmi. Bu sorunları yaratanın bizzat kavramın kendisi olduğunu, yani her
türden hiyerarşiye, partiye, devlete, iktidara ve yönetme arzularının kendi
doğaları gereği olan bütün anlayışlara karşı olmanın anlamlı olacağını,
‘muhalif’ tavrınsa bir ruh hali olduğunu düşünüyorum aynı zamanda. Verili
hayatın kendi irademizle baş başa kalana değin yadsınmasını ise bu nedenle
değerli buluyorum. Çünkü ‘özgürlük’ bireyin ancak kendi iradesini yendiği yerde
açılan ve ancak ‘ada’ ve adacıklarda korunabilen bir sonsuzluğun, bu sonsuzluğun
içinde kendi ‘iktidarı’nı yenip öteki’nin tüm farklılığı içinde tanımasıyla
sağlanan bir ‘edim’ olabilir. Ancak böyle bir sonsuzluğun içinde anlamlı
olabilecek özgürlüğü ise A. Hilmi Balcı’nın değindiği gibi ütopyaların değil,
sanatın içinde bulunacağına inanıyor ve hep bu yüzdendir ki Sema Bulutsuz’un
dağıtmış olduğu metnin üzerinde yeterince durulmadığını düşünüp Melih Cevdet
Anday’a bir kez daha kulak vermenizi istiyorum şimdi:
“Karanlık bastı mı mağarada toplanırdık. Saatimiz yoktu. Bu
yüzden de, ortada odun ateşi yakardık. Geyiğin yağı damlardı ateşe. Kokusu taş
duvara ruhunu çizerdi. Bu ruh, yeniden geyik olurdu ertesi gün; ateşimizin
üstündeki erini alırdı… Ölümsüzlük, korkusuzluk günleriydi o günler. Uzaklardan
yırtıcı hayvanların bağırışları gelirdi. Karanlığa bağırırlardı. Barabbas gibi.
İsa bu yüzden geldi. Ama biz korkmazdık ki… Analarımız, babalarımız, kızarmış
eti parçalarlardı geyiğe benzemiş elleri ile. Herkesin saçı uzundu.
Gerçekte uyku uyanıklık birdi. Ölmek ve yaşamak bir. Geceden
günü, günden geceyi yaratırdık. Acıkma geyiği diriltmek içindi. Taşları
topladın mı, yağmur geliverirdi. Bakışlarımızla yakardık ateşi… Ne zengindik
ama. Sonra tümden yoksul düştük. Bunu anlamam için yüzyıl yaşamam gerekti. Ah,
bütün dünyayı yaşadım.
Daha bulunmadık ne ülkeler var bu dünyada. Bunlardan birini,
rastlantı, gördüm. Ağlamaya başladım. O gün bugün konuşmam. Orada hiçbir sözcük
yoktu. İnsanın öyle günleri olur ki, bir ses duyar, duyduğuna inanmaz; bir şeye
basıyorum sanır atlar, oysa üstüne basacağı bir şey yoktur; bir geminin
uzaklaştığını sanır, oysa kendi de içindedir; güçsüzlük duyar, oysa bütün güç
ayaklarının altındadır; karmaşık sandığı basit, basit sandığı karmaşıktır;
yitirdiğini kazanır, kazandığını yitirir; ölecek iken yaşar, yaşayacak iken
ölür; konu yokken sözü bulur, sözü bulduğunda konuyu unutur. Ama yaratan odur,
kendini öldürür. Anlatamıyorsam ne çıkar! Sen bul!
Eksik bırakacağım şiirimi. Onu sen tamamla!”