6 Mart 2005 Pazar

Ütopya

"Ütopyalarımız veya inançlarımızla gerçekliği birbirine karıştırıyoruz"  
                                                                                                                      Melih Ergen


“Soruyu biraz daha kısa ve net sormadan…” demeden az önce dile getirmiş olduğunuz bütün bu çözümlemeler, verilecek yanıtların da aynı doğrultuda olmasını ümit edip sanki haklı bir umudu paylaşmak ister, hatta az daha öteye gidip ‘ne yapsak da şu partiyi kurup siyaset sahnesindeki yerimizi alsak’ diye Yeşiller’den yana olmanın, yani taraf olmanın kaygılarını da içeriyor sanki kendi içinde. ‘Üç Ekoloji’ adlı (neden iki ya da beş değil acaba?) bir dergi çıkarmak için yola koyulanlar için doğal karşılanabilir bu tutum, hatta bu soruyu yanıtlayacak olan kişilerin isimlerine baktığınızda, aynen benim gibi onların da bir zamanlar buna benzer ümitler besleyen insanlar olduğunu hatırlamak mümkün; ne var ki dergi çıkarmak isteğinin ‘parti’ kurma amacına doğru yöneldiğini görüp anlayınca -ister istemez- bir an duruyor insan, inançlarımız ya da dileklerimizle yaşanan ya da yaşanagelen gerçekliği tokuşturmak için tabii ki kendi içinde. Sonra da hayat hep öyle midir acaba diyorum kendi kendime, hani inandığımız ütopyaların gerçekleşmesi için umutla peşinde koşarken onun, oysa nasıl da acımasızca sürüp gidiyor o kendi gerçeğiyle diyorum, yazık ki hep öyle oluyor diye ekliyorum ardından.

Yo, ekliyorum ama asla nostaljik anlamda söylemiyorum bunları, aynı dili konuştuğumuzu sansak bile bir diğerini anlamadığımız, anlamak istemediğimiz için belki de; hani ‘iktidar’a karşı olma anlayışını hükümete karşı olmakla eş anlamda kullanmaya kalkıştığımız, böylesi tuhaf bir ‘politik’ bir ortamı paylaşmaktan ötürü en çok da. Baksanıza, ‘Avrupa’da iktidara gelen (altını ben çizdim) yeşil partilerin’ üzerinden ya da onlara atıfla kaleme alınan bir umut paylaşımından söz ediyoruz şimdi de. Ya da yirmi yıldır savaş karşıtlığı yolunda veya kadın hakları – çevre sorunları – demokrasi yolunda mücadele etmiş olduğu belirtilen bir hareketin nasıl olup da ‘görünür’ hatta ‘var’ olabileceğini soruyoruz, ama var olmayan, hatta görünmeyen bir hareketin yirmi yıldır bunları nasıl yapabildiğini ise nedense hiç sormuyoruz birbirimize. Sanırım bizler oldum-olası dilediklerimiz, ütopyalarımız veya inançlarımızla gerçekliği birbirine karıştırıyoruz, sonra da yeterince çalışma yapmamak, ya da şimdilerde olduğu gibi ‘ilke’ belirleme tartışmaları arasında boğulup gidiyoruz. (Hele eskiden ‘ilke’ derken yalnızca tüzük ilkelerinden ibaret olduğunu da hatırlatmak gerekiyor tabii ki bunun; asla siyasi anlamı okunmazdı çünkü ilkenin, iktidara karşı olan bir harekette başkan olmak, oldukça ve yeterli bir ilkesel varlık nedeniydi hatta kimileri için!) Özetle yanlış yapmak haklarımızı kullanıyoruz yani birlikte, eh bu da yeşillerin olmazsa olmaz ilkelerinden olsa gerek deyip geçiyorum.

Soruya ve konuya dönecek olursak, tabii ki ben de tarafım ve Yeşiller Partisi’nin var olmasını yürekten isterim, bunun için ne çabalar göstermiş olduğumu nasıl unuturum? Ama kuruluşunu başlı başına bir ‘çevre eylemi’ olarak yorumladığım ‘eski’ Yeşiller Partisi yerine yenisinin kurulmasını bir amaç olarak görmediğimi de belirtmek isterim doğrusu. Bu dönemde ve başlı başına olmasını dilediğim temel amaç: kurulacak böylesi bir partinin ve tabii ki şimdilerde internet üzerinden izlediğim ve değer verdiğim ilkesel tartışmaların yanı sıra, bu ilkelerin hayata karışacağı yerdeki işlerliğiyle ilgili: Yani nasıl olacak da ‘parti’ olurken eleştirdiği ama yine de sahip olacağı şu monolitik – merkezci – hiyerarşik kurumsal yapısına tutsak olmadan işlerlik kazanacak bu parti, ya da merkezi iktidar talebinden gönül rahatlığıyla nasıl yapıp da cayıp yerel yönetimlere talip olan bir siyaset geliştirecek, ya da bunu becerebilse bile dönüp arkasına baktığında parti kurmaya kalkışanların dahi kaçıp gittiğini görünce hiç mi düş kırıklığına uğramayacak? Bana kalsa uzatabileceğim daha nice sorunun dışında ve yalnızca yukarıdaki cümle içinde geçen üç soru bile yanıt bekliyor kafamın içinde. 1986 yılında (İstanbul’da parti kurma çalışmalarının tam göbeğindeyken) bir bayan arkadaşın sorusuna yirmi yıldır kimsenin toparlayıcı bir yanıt vermek istemeyişi gibi: “Yeşiller Partisi’ni kuruyorsunuz ama Marksizmle teorik çarpışma için yeterli cephaneniz var mı sizin?”
Sahi, sözü uzatmak yerine Karaburun’da yapılan Ütopyalar Toplantısı sonrasında yazmaya kalkıştığım bir değerlendirme yazısına hâlâ yanıt alamadığımı belirterek bitireyim en iyisi. Bu toplantıda değer verdiğim sosyalist arkadaşlar, İşçi Partisi’nin teorik cephesinde fikir üreten arkadaşlar da vardı doğal olarak, ama nedense onlar da hiç ses vermediler. Öyle ya, belki Marksizm de yeşillere yanıt veremiyor olabilirdi son on yıldır, bense dayanamayıp Sema Bulutsuz’un sunduğu bildirideki son satırlarını yazıma kattığım bu metni, hele şimdi internet üzerinden yapılan ilke tartışmalarının tam da öteki ucundan çekiştirmek amacıyla burada sunayım bari diyorum, hani bir taşla iki kuş vurmak için…

10. ütopyalar toplantısının ardından

Toplantı öncesinde tebliğ özeti istendiğinden: “Eminim ki bu toplantı boyunca ve nice tebliğler içinde, ‘ütopya’ sözcüğünün olup-olmayan ‘yer’ anlamına gelip-gelmediği, Latince’si-Farsça’sı-Türkçe’si derken ondan ilimsel-bilimsel anlamda ne anlamamız gerektiği bolca terennüm edilecek ve tabii ki oldum olası yaşanan şu hayatlardan, ya da düzenlerden sıkılıp da bunu topyekûn reddeden nice kulların uzunlamasına yatıp heyecanla kurdukları bir hayal, yani talep ettikleri yeni hayata ilişkin bir özlemden ibaret olup-olmadığı da söylenecek,” demiş, sonra da şöyle devam etmiştim: “Zaten buna ütopya değil, ‘aşk’ adını takıyor Orhan Pamuk da. Oysa yaşanası yeni bir dünya düzenine ait önermelerin bütüncül ve kurumlar arası -zorunlu- bir mantıkî bağla örülü olması gereği, yaşanmakta olan dünya -ülke bile değil- düzenlerinin zorunlu bir eleştirisini de barındıracak, barındırmak ne söz, işe tam da bu noktadan başlamak gerekecektir. Çünkü tersine bir ‘hayal’ aşk bile olamayacak, aslında bütüncül olma ve zorunlu bağları arama kaygısı ütopyayı hayalden çıkarıp onu bir ‘tasarlama’ edimi olarak anlamanın ön koşulu olacaktır. Ötesi, yani en azından nereden baktığımıza bağlı ve seçilen inançların ötesinde önerilen her türden ütopya, ya iyiniyet kumkumalarının hezeyanı, ya da temelsiz inşaata kalkışan taşeron evlerine benzeyecektir ki böylesi bir kör dövüşün yaratacağı ütopyaların gidecekleri yer, bak işte o zaman hiç olmayacaktır. Yeşillerin ünlü sözünden çağrışımla, imkansızı istiyor görünse de gerçekçi bir yanı olması gerekecektir yani ütopyaların. Yaşanan hayatın gerçekleri eninde sonunda bizim doğrularımızı aşar çünkü; ama ‘senin için böylesi doğru olacaktır’ yolundaki her önerme, ancak ‘gerçek’ olanın eleştirisiyle aşılır ve üstelik bu gerçek, sevsek ya da sevmesek de ortada olup inançlarımız ya da ‘doğru’ olduğunu sandığımız fikirlerimizle ilgili değildir pek. Refahın, eşitliğin ve özgürlüğün varolduğu bir dünya hayalimizi sosyalizmden beklemiş olabiliriz hayatımız boyunca, ama tersine gerçeklerle dolu olan bir deneyimin yanlışlarını bizzat kendi kuramlarının içinde gizlenmiş olduğunu görürsek onun ve biz hâlâ bu kuramları deşmek yerine yalnızca yaşanan bir gerçeklik olarak algılarsak bunları, doğrularımız kör inançların bataklığına saplanmış demektir ve şimdi bizden beklenen ütopyalar da ilk sallantıyla yıkılıp giden Düzce evlerine benzeyecektir.

Israrla ve tekrarla: Roma’lı beyler gibi yan gelip canım öyle istiyor diye bir ütopya önermiyorsak eğer ve hatta böylesi ütopyalar önermek hiç de kolay olmadığına göre, üstüne üstlük kendimizden menkul doğrularla ütopyalar önermek özgürlükçü kavramlarımıza ters düşüyorsa, bizim de alçakgönüllü bir tutumla ve senin için böylesi daha iyi diye bir düzenleme mantığı dışında ve acaba senin için neden kötüdür diye bir sorgulama mantığına sahip olmamız gerekiyor sanırım. Özetle, -en azından ben böyle düşündüğüm için- söyleyeceklerim tam da böylesi ütopyaların ve ‘gerçeğin’ eleştirisiyle birlikte ve yine çatısı birlikte çatılacak bir ütopya denemesi olacaktır yalnızca. Bu yüzden ‘olmayacak’ bir tebliğin özetini nasıl gönderebilirim ki?

Not: Okudukça yine de özet sayılır mı acaba bu söylediklerim? Yine de bir adı-başlığı olması gerekseydi eğer, ‘Ütopya Yanılsaması’ ya da ‘Ütopyasızlığın Ütopyası’ gibi ne dersin?” demiş Savaş’a ve aynen böyle konuşmayı hayal etmiştim Karaburun’da düzenlenen Onuncu Ütopyalar toplantısında.

Sonra, yani daha ilk oturumda üstelik, ’21.Yüzyıl için İkili Bir Felsefi Yapılanma Olarak Ütopyanın Bu Topraklara Dair Özel Durumu: Artütopyalar ve Dystopyalar’ adlı A. Hilmi Balcı’nın sunduğu bildiriden oldukça ümitlenmiş ve tamam demiştim: “En azından bu kez birbirimizin ne söylemek istediğini daha iyi anlayabileceğiz.” Neden ‘bu kez’ ve neden ‘en azından’ sorusunun yanıtı ise, bundan önceki toplantılarda hakim olan ‘kavramsallaştırma’ kaygılarının dışında kullanılan ‘dil’in aşılacağına dair bir vurgunun yapılmış olmasıydı bu bildiri sayesinde. Ne var ki Balcı ve iki genç arkadaş, ‘ütopya’ kavramının, diyelim ki yaşadığımız hayata ilişkin ‘hayır’larımız yerine özlenen hayata dair önerilen siyasi-politik programlardan farkını ve neden farklı olduğunu anlatmaya çalışırken, Beno Kuryel, ‘Sınavsız Öğrenim Ütopyası’ başlığıyla dile getirdikleriyle -doğruluğu ya da eklenmesi gerekenler bir yana- bugünkü eğitim sisteminin iyileştirilmesine ilişkin bir ‘önerme’ sınırlarında gezinmeyi seçmiş ve aynı sorunla bir kez daha karşılaşmıştık. Beslendiğimiz kavramların ötesinde inançlarımız ya da gereksinmelerimiz ‘benzer’ değilse eğer, birbirimizi anlamak gerçekten güçleşiyordu böylesi toplantılarda. Diyelim ki sevgili Kuryel’in oldukça değerli ve anlamlı olacak görüşleri ‘gündem’ dışına kaymamış olsaydı, ütopyaların olacağı-olmayacağı ya da olup-olmaması gerektiği yolundaki ikili fikrin tartışması oldukça zihin açıcı olabilir ve böylece geçen yıllarda noksan kalmış olan ‘özet çıkarma’ işlemi (ya da işlevi) de oldukça kolaylaşabilirdi. Ütopyaların yanı sıra tabii ki siyasi programlar veya olması yeğlenen reel önerilerde bulunmak da gerekiyordu belki, ama bu toplantıların amacı yaşadığımız hayatı ‘düzenleyecek’ fikirlerimizden önce hayatı nasıl anladığımızla ilgili değil miydi daha çok? Eh, şairin dediği gibi “İmkânsızdır anlamak!” deyip konuşulanları sessizce dinlemek de vardı doğrusu, Karaburun’da deniz durgundu çünkü; yemekler güzel, eski arkadaşları görmekse hepsinden güzeldi.

Sahi, eski arkadaşlardan kastımsa bu toplantılara her zaman katılan ve sosyalizme gönül vermiş olan arkadaşlarımdı. İnsanın insanı sömürmediği (yalnızca doğayı sömürdüğü belki), herkesin eşit olduğu (ama parti yöneticilerinin daha eşit olduğu), demokrasinin yarattığı ifade ve yaşama özgürlüğünün hakim olduğu (proletarya diktatörlüğü tezinin unutulduğu böylece), üretimin daha verimli olması nedeniyle yoksulluğun olmadığı (kapitalist üretim tarzının daha disipline edilmesiyle tabii ki), özetle özgür (burası hepten karışık) bir dünyanın hayalini birlikte kurduğumuz arkadaşları görmek gerçekten heyecan vericiydi ve en azından onlarla ortak bir ‘dil’e sahip olduğumuzu düşünüp keyifli ve ufuk açıcı sohbetler yapabileceğimizi düşünüyordum geceleri. Her ne kadar ‘Boş Zamanlar’ adlı Ütopya toplantısında ve bana göre Marksizm’in temel kavramlarına ters düşen bildiriler sunmuş olsalar da önceleri onlar, belki de Engels’in zorunlu çalışmanın olmayıp dileyenin bahçe duvarını onarmasıyla ilgili ütopyasını, ya da bizzat Marks’ın 1844 El Yazmaları’nda işçi ve sermayenin birbirini ürettiğini ve böylece kısır bir döngü içinde meta olarak kalacak insanın işçiden başka bir şey olmayacağını, (çalışmanın da sermayenin ürünü olduğunu böylece) hatta Marks’ın damadının aylaklığa övgüler düzdüğü kitabında zorunlu çalışmayı tümden reddettiğini, A.Gorz’un ise ‘İktisadi Aklın Eleştirisi’nde bütün bunları derleyip topladığını ve hep bu yüzden doğada boş zaman yoktur diyerek çalışmayı savunmanın bizzat Marksizm’e aykırı olacağını unutmuş olabilir, ya da devlete talip olan bir siyasi hareket olarak şimdiden aylaklık (!) fikrini yaymak istememiş olabilirlerdi pratik anlamda; ama ne de olsa siyasi bir propaganda alanı olmayıp teorik düzlemde tartışmaların yapıldığı bir yerdi burası ve ‘iman’ dışı fikir tartışmalarına açık olacak olan yegâne insanlarsa ancak sosyalistler, yani benim eski arkadaşlarım olabilirdi.
Heyhat… Her ideolojinin eninde sonunda bir ‘inanç’ olduğunu unutmuşum ben de, bilimsel metotlarla düşündüğünü sandığım bu arkadaşlarımın, (bilimin ne denli ‘bilimsel’ olduğu ise apayrı bir konu tabii) her biri ayrı bir tartışma konusu olan ve sürekli parantez içinde belirttiğim itirazlarımı dikkate almak bir yana, ütopya kavramına yükledikleri sınırlı bir anlamla yaptıkları ve siyasi propagandaya dönük olan konuşmaları, (Irak Savaşı üzerinden Amerikan emperyalizmine yönelik eleştirileriyle imanlarını tazeleme – neden acaba?) çabalarının ötesinde olamamıştı yazık ki; çünkü Sovyetler Birliği’nin baş düşman ilan edildiği günlerdeki tartışmaların bile gerisindeydi bu propaganda: Esas tehlikenin Rusya olduğuna işaret edildiği günlerde ABD emperyalizmine de değinilir, ama -herkeslerce bilindiği için- nedenleri ve nasılları uzun uzadı anlatılmazdı böyle, altmışlı yıllardan kalan ve artık bütün bir dünyanın bildiği bir saptama, Irak Savaşı üzerinden geliştirilecek ve üstelik yeni argümanların deşildiği bir toplantıda anlamlı olabilirdi belki, ama sözgelimi sevgili Ender Helvacıoğlu’nun bildirisi, üstelik kendi deyişiyle ‘yıllardır Ütopya Dergisi çıkaran biri’ olmasıyla savaş karşıtı bir söyleme dönüşeceğinin umut edildiği bir anda, yazık ki tam o anda bitivermişti. Yani haklı-haksız savaş ayrımını yapıyor mu yapmıyor muydu sosyalizm, hiç olmazsa bunu söylemeliydi Helvacıoğlu demeye kalmadan… Her neyse, zaten bütün ütopyaların ‘tahakküm’ esaslı olduğunun ve olacağının nedenlerini tartışmak bir yana, günlük siyasi çözümlemelerinin alt metni olacak teorik dilin ötesindeydi şimdi ortam. Deniz durgun, danslar hızlı ama eski arkadaşların zihni oldukça eskimişti (!) anlaşılan.

Benimse ütopyamın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini anlatmak yerine ve şimdi bile yeniden böyle bir yöntemi seçip (bir ara soruldu çünkü) diğer bildiri sahiplerinin görüşlerine ilişkin eleştirilerimi öne çıkararak ve bu yazıyı toplantı sonucundaki sonuçlara ilişkin bir değerlendirme biçiminde yazmamın temel nedeni, en başta belirttiğim gibi ütopyaların volantarist karakterleri ve tanımları gereği olan kaçınılmaz sonuçlarından kaçınmak, yani şu ünlü ‘tahakküm tasavvurları’nı birlikte ve nasıl bir dünya istiyoruz biçiminde, üstelik ortak ‘özlem’lerimiz halinde nasıl dillendirebiliriz diye düşünmemden, ya da -şimdi bile- aynen böyle varsaydığımdan ötürü(ydü) yalnızca. Kasıtlı bir ihtiyatlılığın karşılığı sayılmalı(dır) yani bu tutum. Çünkü tersi bir durumda özlemlerimiz yeniden ütopyaya dönüşebilir ve biz bilmeden yeniden tek-tipçi, baskıcı bir yapı içinde (toplantılardaki ‘kolaylaştırıcı’ sistemine bile katlanamazken) bulabiliri(z)dik kendimizi. Yapmamız gereken tek şey, bir zamanlar içimizi heyecanla dolduran ve bizi hülyalara sürükleyen o sevimli ütopya sözcüğünün, ama tarihte onlarca örneğini gördüğümüz baskı-şiddet ve zulmün kaynağı da olabileceğini görerek gerçekçi olmak, bir yandan da imkânsız olanı istemekten asla vazgeçmemek olmalı(ydı) aslında. Sema Bulutsuz’un değindiği Hitler ütopyasının yalnızca Alman’lara ilişkin olmasını, Stalin’in öldürdüğü yüz binlerce Rus’un ve onların torunlarının acısını asla dindirmeyeceğini, dindirmediğini de biliyorduk çünkü. Öte yandan teori, tabii ki yaşanan tarihin bıraktığı acılarla gelişir ve ancak böylece yol gösterici olabilirdi, asla imanla değil! Kol kırılır ve böylece yen içinde kalmalıdır deyişi ise iktidarlara ve devletin varlığını sürmesini isteyenlerin işi olabilirdi yalnızca, bizimse hiç değil!

Sosyalizmin masum olduğuna inandığımız, bizlerinse masum olarak öğrendiğimiz ilk kurallardan biri (dilerseniz bilimsel olma kaygısını taşıma becerisi deyin buna, dilerseniz eleştiri-özeleştiri yapma usulü), ama gerçeği kabul edip hataları cesaretle düzeltme tavrı, bireysel ama devrimci bir ahlak gereği ve geleneğinin de sonucuydu aynı zamanda: Gerçek nesneldir, bilimseldir ve (o zamanlar tartışmasız bir biçimde öyleydi en azından) aklı başında olup da herhangi bir çıkarla bağı olmayan hiç kimse, üstelik bu tavrı asla reddetmeyip ne türden baskı olursa olsun fikirlerini cesaretle söyler, yani gerçeklerden asla ürkmeyip fikirlerini her alanda sonuna kadar savunurdu. Toplantıdaki arkadaşlarımın görüşlerini ise tam olarak bilmiyorum şimdi; ama kimi eski-yeni sosyalist arkadaşlar Stalin’i kolay lokma sayarak ve sosyalizmin kamburunu ‘reel’ sözcüğüne sarılarak atmaya kalkışarak inançlarını sürdürmeyi seçmiş olabilirdi, ne var ki ve ‘taraf’ olarak gördüğüm için açıkça belirtmeliyim ki, “Bu göller bizim ama balıklar sizin; ormanlar bizim ama ağaçlar sizin; bu ne biçim sosyalizm?” diye soran köylü önderi Makhno’nun başını vuranın Lenin olduğunu görmezden gelerek ve şimdi tarihin karşısında olduğu kadar teorik düzlemde de yeni değerlendirmeler ve yeni ütopyalarla tarih sahnesinde yerini almak yerine, hatta ne zaman tarihten söz etse ya da her türlü şerrin iktidardan geldiğini söylemek istese birisi, tarihin özellikle gizli bırakılmış köşelerini deşip bunları dinlemek istemeden sosyalizmi savunmak ne denli doyurucu olabilirdi? Bu bilimi değil, ancak ‘imanı’ı savunmak tavrıyla bir tutulabilir ve böylece sosyalizm önündeki ‘bilimsel’ olma savından kopartılarak kendiliğinden bir ‘inanç’ haline dönüştürülmüş olmaz mıydı? ‘Her ideoloji, bir imandır,’ sözü gerçekten doğru muydu yoksa?

Teorik yaklaşımlar yerine günlük politikaların değerlendirmesini yapan arkadaşlarımı anlamakta gerçekten güçlük çektim bu toplantıda. Ola ki ‘gündem’ böyle bir sorunun üzerine kurulmuş olabilirdi, ama kimi arkadaşlarımın söylemlerindeki zorlayıcı, hatta Çillervari, ‘ya böyledir, ya da böyledir, başka bir yol yoktur,’ gibisinden alan daraltan, bir başka türlüsünün de olabileceğini görmeyen, devrimciliği yalnızca kendilerinden menkul gören anlayışlarından ötürü sosyalizmin sözünü ettiğim referansları üzerinden düşünenlere karşı haksız bir üslup seçimi içinde olduklarını bile düşündüm doğrusu. Üstelik ne din, ne de bir küfür varken ortalıkta. Hepimizin de hülyası gerçekten sınıfsız, devletsiz, iktidarsız, partisiz, özgür bir dünya değil midir? Kullandığımız ortak dilde adı geçen sınıflı toplum, geçiş toplumunun hedefi; devlet giderek sönecek bir erk; iktidar kaçınılmaz olduğu için silahın ucunda; parti ise bu işler gerçekleştikten sonra kendini feshetmeyecek miydi yoksa? Ütopyaların kısa hedefli ve günlük siyasi programlar çerçevesindeki o kaçınılmaz gündemlerinde değil, kendi taşıdığı anlamın esası üzerinden tartışılması ve tabii ki teorik bir düzlemde, yani kavramların ışığında yapılması gerekmez miydi? Ekoloji, feminizm, sivil toplum, azınlık haklarına (etnik değil) ait bir demokrasi tanımı, ya da doğrudan demokrasi, otonomi, hatta determinizm-kaos-öznel bilimsellik-özgürlük… Bunların hepsi de boş yere uçuşan şık ve sevimli sözcükler olmaktan öte devlet ve iktidar kavramının düzenleyici mantığına darbe indiren, bu yüzden de sosyalizmin teorik cephesinde yarıklar açan yeni oluşumlardır aslında. Irak savaşı, aynen İstanbul’un fethi gibi yeni bir çağı açıp dünyayı emperyalizm teorileriyle açıklamanın yetmezliğini öğretedururken, yabancısı kaldığımız bu kavramları kendi torbamıza doldurmak yerine onların hangi gerçeğin eleştirisinden kaynaklandığını, hangi ihtiyaçlardan doğduğunu anlamak değil midir esas işimiz? Sözgelimi, Türkiye’de ‘68’lilerVakfı’nı kuranların, (ki kimseyi tanımıyorum aralarından) Çekoslavakya işgali üzerine ayaklanan ve daha fazla ‘özgürlük’ diye yürüyen işçilerle öğrencileri bastıranların gerçekte Fransız Komünist Partisi’nin siyaseti olduğunu bilmemeleri, ama aynı tarihlerde Türkiye’de daha fazla ‘sosyalizm’ diye yürüyen 68’lilerle (ki ben de aralarındaydım) ayrımını anlamak ve anlatmak gibi bir sorumlulukları olduğunu düşünmek gerekmez mi? Aynen ‘demokrasi, hemen şimdi!’ sloganının sosyalizm teorisiyle neden bağdaşmayacağını düşünmeden kullanmaya kalkışan ÖDP’liler gibi… Bu sloganın bağrındaki sosyalizm eleştirisini anlamamak, sosyalizmin anarşizmle olan hesaplaşmasını geciktirebilir belki kısa vadede, ama yelkenleri yanlış rüzgârla dolan ÖDP teknesinin vardığı yer de ortadadır. Kavramların içini boşalta boşalta ve olmazsa olmaz tanımları bile çiğneyerek ‘halk edilen’ (iradeye bağlı olduğu için yoktan var edilen) bir sosyalizm, sonunda ‘halt’ etmekle birleşirse eğer bütün dünyada, bunun suçunuysa halklarda değil bizzat sosyalistlerde, ya da parti ve iktidar kavramlarının içinde aramak gerekir diye düşünmek gerekir!

Bilim aklı, özeleştirisi ise önce cesaret gerektiriyor. Hiyerarşik bir kümelenmenin tepelerinde statükocu bir biçimde yer almak istemiyor ve ayrıca düşünce tembelliğine kapılmadan hayatı anlamaktan söz ediyorsak eğer, tabii ki devrimci olmaktan caymamak ama tek yolun da sosyalizm olmadığını anlamak gerekiyor. Bir başka türlüsü mümkündür ve sosyalizme ait bu eleştiriler, gerçekte devrimci bir cesaretle ‘iman’ın üstüne yürüyüp statükocu-baskıcı anlayışları yenmek, sonra da sınıfsız ve özgür bir dünya tasavvurlarını birlikte çatmanın ön koşuludur. Hele böylesi ütopyaları liberaller ya da kapitalizmin ideologlarından beklemediğine göre kimse, kızıp kırılmak, (bir önceki toplantıda karşılaştığım bir davranıştı bu) ön yargılarla davranmak, (neredeyse ‘dönek’ saymak) ‘bilimsel’ olduğu savına sahip sosyalizme uygun olmasa gerek. Yaratacağımız yeni ütopyaların rehberliğini Marksizm ve bu öğretiyle dünyayı çözümleyenlerin dışında kimlerden bekleyebiliriz ki?

Anarşizm iktidarı hedeflediği andan itibaren tanımını boşaltır, tutarlılığını yitirir belki, ama tarih iktidarlar tarafından yazıldığı için haklılığı anlaşılamamıştır anarşizmin. Katıl-katılma, seç-seçme ama tartışmadan kaçınmamalı, bir zamanlar neden sosyalist olduğumuzu yeniden hatırlamalıyız: Bilim (!) ya da bilme merakına duyulan ilgimiz, inanç esaslı olmadığına ‘inanageldiğimiz’ pozitivizim (!) ve bütün insanların hayrına olduğunu varsaydığımız çözümlemelerle yapageldiğimiz önermelerin adı değil miydi o mücadelelerimiz? En azından Jacques Rigaud’un, “Kesinlediğim zaman bile kuşku duyarım,” sözüne yaslanıp kesinlediklerimizin tersine söylenenlerin ne olduğunu dinlemeli, cesaretle dinleyip titizlikle incelemeliyiz. Ama hep o cesaretle, çünkü epistomolojik kopuşlar oldukça karın ağrıtsa bile denizin durgun olmasını istiyorsak eğer öncesinin dalgalı olacağını bilmeli, birlikte yaşadığımız hayatınsa kendini her gün yeniden ürettiğini ve onu ancak kaç zaman önce birlikte öğrendiğimiz ‘zıtların birliği’yle anlayabileceğimizi fark etmeliyiz.

Kim ne derse dersin, bu hayatı birlikte çoğaltacağımıza inanıyorum ben. Kimi -eski- parti önderlerinin eleştirilerinden farklı olarak parti içi sorunlar veya kişisel eleştirilerin sınırlarında anlamıyorum çünkü anarşizmi. Bu sorunları yaratanın bizzat kavramın kendisi olduğunu, yani her türden hiyerarşiye, partiye, devlete, iktidara ve yönetme arzularının kendi doğaları gereği olan bütün anlayışlara karşı olmanın anlamlı olacağını, ‘muhalif’ tavrınsa bir ruh hali olduğunu düşünüyorum aynı zamanda. Verili hayatın kendi irademizle baş başa kalana değin yadsınmasını ise bu nedenle değerli buluyorum. Çünkü ‘özgürlük’ bireyin ancak kendi iradesini yendiği yerde açılan ve ancak ‘ada’ ve adacıklarda korunabilen bir sonsuzluğun, bu sonsuzluğun içinde kendi ‘iktidarı’nı yenip öteki’nin tüm farklılığı içinde tanımasıyla sağlanan bir ‘edim’ olabilir. Ancak böyle bir sonsuzluğun içinde anlamlı olabilecek özgürlüğü ise A. Hilmi Balcı’nın değindiği gibi ütopyaların değil, sanatın içinde bulunacağına inanıyor ve hep bu yüzdendir ki Sema Bulutsuz’un dağıtmış olduğu metnin üzerinde yeterince durulmadığını düşünüp Melih Cevdet Anday’a bir kez daha kulak vermenizi istiyorum şimdi:

“Karanlık bastı mı mağarada toplanırdık. Saatimiz yoktu. Bu yüzden de, ortada odun ateşi yakardık. Geyiğin yağı damlardı ateşe. Kokusu taş duvara ruhunu çizerdi. Bu ruh, yeniden geyik olurdu ertesi gün; ateşimizin üstündeki erini alırdı… Ölümsüzlük, korkusuzluk günleriydi o günler. Uzaklardan yırtıcı hayvanların bağırışları gelirdi. Karanlığa bağırırlardı. Barabbas gibi. İsa bu yüzden geldi. Ama biz korkmazdık ki… Analarımız, babalarımız, kızarmış eti parçalarlardı geyiğe benzemiş elleri ile. Herkesin saçı uzundu.

Gerçekte uyku uyanıklık birdi. Ölmek ve yaşamak bir. Geceden günü, günden geceyi yaratırdık. Acıkma geyiği diriltmek içindi. Taşları topladın mı, yağmur geliverirdi. Bakışlarımızla yakardık ateşi… Ne zengindik ama. Sonra tümden yoksul düştük. Bunu anlamam için yüzyıl yaşamam gerekti. Ah, bütün dünyayı yaşadım.

Daha bulunmadık ne ülkeler var bu dünyada. Bunlardan birini, rastlantı, gördüm. Ağlamaya başladım. O gün bugün konuşmam. Orada hiçbir sözcük yoktu. İnsanın öyle günleri olur ki, bir ses duyar, duyduğuna inanmaz; bir şeye basıyorum sanır atlar, oysa üstüne basacağı bir şey yoktur; bir geminin uzaklaştığını sanır, oysa kendi de içindedir; güçsüzlük duyar, oysa bütün güç ayaklarının altındadır; karmaşık sandığı basit, basit sandığı karmaşıktır; yitirdiğini kazanır, kazandığını yitirir; ölecek iken yaşar, yaşayacak iken ölür; konu yokken sözü bulur, sözü bulduğunda konuyu unutur. Ama yaratan odur, kendini öldürür. Anlatamıyorsam ne çıkar! Sen bul!


Eksik bırakacağım şiirimi. Onu sen tamamla!”