Bir fikir vermesi bakımından...
II. Bölüm Girişi
II. Bölüm Girişi
“İlk
ne zaman başladı bu, inan bilmiyorum. Gerilere, en gerilere gidip bulmaya
çalışıyorum ama bir türlü bulamıyorum. Aniden, o anda yaratılmışım gibi, hani
ben sevecen ‘günaydın’, günü aydıran ‘merhaba’, ikircikli ‘kim o,’ ya ‘iyi
uykular’ mı demek istemiştim, kimden ne istemiştim? Bir sabah geceyi yoran gözlerimin
fersizliğiyle bir ekmek bir sigara bayiden, belki de o geceden kalma gürültülü
bir türkü ya da usulünce söylenen bir eski zamanlar şarkısı, sesim boşluğa karışmış
hırıltılı bir otobüs bileti belki de gitmek için buralardan, yoksa tam o ‘an’
mıydı, harflerim birden kaybolmuş, bense hep böyleymişim gibi bulmuştum kendimi,
dilimde..sözcükler yoktu!”
“Sonra
da hep böyle oldu bu; hâlâ da korku içindeyim. Söylemiştim, yoksa söylememiş
miydim, daha ilk harflerde, ikincisi, üçüncüsü ama ben tam üçüncüsü derken,
yani kendiliğinden olan mucizevî bir uyumla yanaşmadan onlar dördüncüsünün
yanına, bak işte ay nen böyle, ince kıvrımlarla bitişerek ötekisinin yanına ve
bir anlama durmak üzereyken emiliveriyorlar kendi boşluklarına doğru da,
geldikleri mutlak yokluklarında gözden kayboluyorlar. Hep böyle oluyor bu; daha
onlar düşünüp taşınmadan yanaşırlarken birbirlerine, bu harflerin kendi
becerisi, bir sözcük olamazlarken daha, öte yandansa cümlelerim karman çorman,
itiş kakış, kişneyerek sırasını bekleyen öteki cümlelerim hep varmış da bu
harfler yüzünden yokmuşlar gibi kendi görünmez izlerini sürüyorlar durmadan.
Bense kalemim böğrümde, kalemim kaybolan bu sözcüklerin anlamlarını içime,
içimin en uzak yerlerine, artık göremediğimden varlıklarından kuşkuya düştüğüm
bu cümlelerin anlamlarını üst üste, dağınık,
bir görünüp bir kaybolan hayaletler gibi yerleştiriyor içime... Çizim çizim
çizilen bu cümleler pütür pütür sesler çıkartırlarken içimde titreşip renksizleşiyorlar, tütsü dumanlarına benzeyen
patikalarından yürüyüp gidiyorlar, gitgide uzaklaşırlarken onlar, benim göremediğim
hava olurlarken yani, bense onların peşinde tıknefes, korkak, ah bir
yetişebilsem, sağa sola yalpalayarak seğirtirken peşlerinden varmış da
göremediğim, görsem de bilemediğim, dizilirlerken bir başka evrenin dili olduklarından
okuyamadığım bu cümlelerin ezberlenmiş, ezberlenmiş de sonra unutulmaya
bırakılmış yakıcı anlamlarıyla buluşuyorum hep!”
“İlk ne zaman olmuştu bu, ben ne yapmıştım da böyle
olmuştu, ne söylemiştim, yoksa sihirli bir sözcük mü, yeniden bulsam o sözcüğü,
harflerim de yeniden sarsılsalar birbirlerine duyulur duyulmaz bir rüzgârla
ayaklar yerden kesik, bir o yana bir bu yana yer değiştirerek, kıpır kıpır eller
bellerde ve avuçlar terli, kendiliğinden yanaşarak birbirlerine ve böylece
yaratacakları uyumun bilinciyle yeni baştan anlamlanırlar mı acaba? Denesem,
ağzım kuruyup içim boşalıncaya kadar saysam, bulsam o sözcüğü! Denemez olur
muyum hiç, ama hayır, tanımadığım harfler, yeryüzü dili olmayan, dedim a, başka
bir dünyanın dili... Her harf, her ses içime dökülerek, her tını içimin
unutulmaya bırakılmış hücrelerini birer asit damlası gibi yakarak ‘pat pat’
yürüdüyse de bu harfler içimde, dışımda sessizlik kaldı. İzsiz renksiz derken
bu sessizliğe, hem öyle bir sessizlik ki üstümden başımdan, ağzımdan gözümden
akarak yeri göğü kuşatınca hele, yer gök buz mavisi bir ıssızlığa kesmişken,
bense orta yerde ıssızlık bekçisi, yakıcı cümlelerim böğrümde elsiz ayaksız,
işte aynen böyle harfsiz sözsüz kaldım o zaman... Kaç zaman böyle kaldım
bilmem, ne varsa unuttum, kaldığım bu uçsuz bucaksızlığın orta yerinde uçsuz
bucaksızlığı bile unutup buz gibi kaldım da, buz gibi kalmayı bile unuttum.
Önce taş kestim, hiç oldum; ama sonra öyle bir yükseldim ki göğe, harflerine
küskün cümlelerim ipi kesilen bir balon gibi uçarak gitti uzaklara… Peşlerinden
bir o yana, sonra yine bir o yana, aniden öteki yana, şen kelebek, önüm yönüm
belirsiz, belirsizlik hoş ferahlık, böylece uçup gittim göğümde, bu arada gördüğüm
kaç mekân, kaç insan sere serpe serilmişken yeryüzüne, yeryüzü bile saydam bir
mavi buza dönmekteyken ufkun berisinden al bir ‘A’, hem de kocaman bir ‘A’, büyüyüp
çıkagelmesin mi sonra, peşinden ‘Ş’, peşi sıra da ‘K’! İlk kez okudum o zaman:
Koskocaman bir ‘AŞK!’
“Sözcükler
anlamlarını silkeleyip atarsa ağaç ‘ağaç’ olmazmış, kuş da ‘kuş’, ölüm ‘ölüm’
değilmiş, aşkı ne bilirdim, ne desen yangın yeriydi içim, yüreğimse mercan
kayalığı, hele bir yürü kan revan içinde kalırdı çıplak ayakların, ama sonra
harflerim pıtrak gibi açılınca birden böyle boşluğumda, boşunalık kayboldu
kaybolmasına ama yeniden bir iş düştü bana: Söz olmayınca ağaç ‘ağaç’ olmuyorsa,
kuşsa ‘kuş’, hem ayrıca aşk yalansa, bu yalanı sözcükler öğretmemiş miydi sana
bana, ‘söz’ yalan diye diye… Ben böyle söylene dururken şıpır şıpır buzum eridi
de su olup akıp gittim yeryüzüne, böyle başladı
öyküm ve bana da bunları yalnızca anlatmak düştü!”