7 Nisan 2015 Salı

Sağır Bellek'ten

Bir fikir vermesi bakımından...

      II. Bölüm Girişi

“İlk ne zaman başladı bu, inan bilmiyorum. Gerilere, en gerilere gidip bulmaya çalışıyorum ama bir türlü bulamıyorum. Aniden, o anda yaratılmışım gibi, hani ben sevecen ‘günaydın’, günü aydıran ‘merhaba’, ikircikli ‘kim o,’ ya ‘iyi uykular’ mı demek istemiştim, kimden ne istemiştim? Bir sabah geceyi yoran gözlerimin fersizliğiyle bir ekmek bir sigara bayiden, belki de o geceden kalma gürültülü bir türkü ya da usulünce söylenen bir eski zamanlar şarkısı, sesim boşluğa karışmış hırıltılı bir otobüs bileti belki de gitmek için buralardan, yoksa tam o ‘an’ mıydı, harflerim birden kaybolmuş, bense hep böyleymişim gibi bulmuştum kendimi, dilimde..sözcükler yoktu!”

“Sonra da hep böyle oldu bu; hâlâ da korku içindeyim. Söylemiştim, yoksa söylememiş miydim, daha ilk harflerde, ikincisi, üçüncüsü ama ben tam üçüncüsü derken, yani kendiliğinden olan mucizevî bir uyumla yanaşmadan onlar dördüncüsünün yanına, bak işte ay nen böyle, ince kıvrımlarla bitişerek ötekisinin yanına ve bir anlama durmak üzereyken emiliveriyorlar kendi boşluklarına doğru da, geldikleri mutlak yokluklarında gözden kayboluyorlar. Hep böyle oluyor bu; daha onlar düşünüp taşınmadan yanaşırlarken birbirlerine, bu harflerin kendi becerisi, bir sözcük olamazlarken daha, öte yandansa cümlelerim karman çorman, itiş kakış, kişneyerek sırasını bekleyen öteki cümlelerim hep varmış da bu harfler yüzünden yokmuşlar gibi kendi görünmez izlerini sürüyorlar durmadan. Bense kalemim böğrümde, kalemim kaybolan bu sözcüklerin anlamlarını içime, içimin en uzak yerlerine, artık göremediğimden varlıklarından kuşkuya düştüğüm bu cümlelerin anlamlarını üst üste, dağınık, bir görünüp bir kaybolan hayaletler gibi yerleştiriyor içime... Çizim çizim çizilen bu cümleler pütür pütür sesler çıkartırlarken içimde titreşip renksizleşiyorlar, tütsü dumanlarına benzeyen patikalarından yürüyüp gidiyorlar, gitgide uzaklaşırlarken onlar, benim göremediğim hava olurlarken yani, bense onların peşinde tıknefes, korkak, ah bir yetişebilsem, sağa sola yalpalayarak seğirtirken peşlerinden varmış da göremediğim, görsem de bilemediğim, dizilirlerken bir başka evrenin dili olduklarından okuyamadığım bu cümlelerin ezberlenmiş, ezberlenmiş de sonra unutulmaya bırakılmış yakıcı anlamlarıyla buluşuyorum hep!”

“İlk ne zaman olmuştu bu, ben ne yapmıştım da böyle olmuştu, ne söylemiştim, yoksa sihirli bir sözcük mü, yeniden bulsam o sözcüğü, harflerim de yeniden sarsılsalar birbirlerine duyulur duyulmaz bir rüzgârla ayaklar yerden kesik, bir o yana bir bu yana yer değiştirerek, kıpır kıpır eller bellerde ve avuçlar terli, kendiliğinden yanaşarak birbirlerine ve böylece yaratacakları uyumun bilinciyle yeni baştan anlamlanırlar mı acaba? Denesem, ağzım kuruyup içim boşalıncaya kadar saysam, bulsam o sözcüğü! Denemez olur muyum hiç, ama hayır, tanımadığım harfler, yeryüzü dili olmayan, dedim a, başka bir dünyanın dili... Her harf, her ses içime dökülerek, her tını içimin unutulmaya bırakılmış hücrelerini birer asit damlası gibi yakarak ‘pat pat’ yürüdüyse de bu harfler içimde, dışımda sessizlik kaldı. İzsiz renksiz derken bu sessizliğe, hem öyle bir sessizlik ki üstümden başımdan, ağzımdan gözümden akarak yeri göğü kuşatınca hele, yer gök buz mavisi bir ıssızlığa kesmişken, bense orta yerde ıssızlık bekçisi, yakıcı cümlelerim böğrümde elsiz ayaksız, işte aynen böyle harfsiz sözsüz kaldım o zaman... Kaç zaman böyle kaldım bilmem, ne varsa unuttum, kaldığım bu uçsuz bucaksızlığın orta yerinde uçsuz bucaksızlığı bile unutup buz gibi kaldım da, buz gibi kalmayı bile unuttum. Önce taş kestim, hiç oldum; ama sonra öyle bir yükseldim ki göğe, harflerine küskün cümlelerim ipi kesilen bir balon gibi uçarak gitti uzaklara… Peşlerinden bir o yana, sonra yine bir o yana, aniden öteki yana, şen kelebek, önüm yönüm belirsiz, belirsizlik hoş ferahlık, böylece uçup gittim göğümde, bu arada gördüğüm kaç mekân, kaç insan sere serpe serilmişken yeryüzüne, yeryüzü bile saydam bir mavi buza dönmekteyken ufkun berisinden al bir ‘A’, hem de kocaman bir ‘A’, büyüyüp çıkagelmesin mi sonra, peşinden ‘Ş’, peşi sıra da ‘K’! İlk kez okudum o zaman: Koskocaman bir ‘AŞK!’


 “Sözcükler anlamlarını silkeleyip atarsa ağaç ‘ağaç’ olmazmış, kuş da ‘kuş’, ölüm ‘ölüm’ değilmiş, aşkı ne bilirdim, ne desen yangın yeriydi içim, yüreğimse mercan kayalığı, hele bir yürü kan revan içinde kalırdı çıplak ayakların, ama sonra harflerim pıtrak gibi açılınca birden böyle boşluğumda, boşunalık kayboldu kaybolmasına ama yeniden bir iş düştü bana: Söz olmayınca ağaç ‘ağaç’ olmuyorsa, kuşsa ‘kuş’, hem ayrıca aşk yalansa, bu yalanı sözcükler öğretmemiş miydi sana bana, ‘söz’ yalan diye diye… Ben böyle söylene dururken şıpır şıpır buzum eridi de su olup akıp gittim yeryüzüne, böyle başladı öyküm ve bana da bunları yalnızca anlatmak düştü!”