Anlatımın Kendisini Amaç Edinmek
Hayri K. Yetik
Melih Ergen’in Varuna’nın Bin Gözü’nü okumam ilerlerken adı gibi anlatımı da beni Derrida’cı bir algılamayla konuşlandırdı. Bu, benim öznelliğim, duyarlığıma bağlı; ama aynı zamanda metnin kendini özne kılabilmişliğinden kaynaklanıyor. İşin ilginci, metnin kendini sunuşunun okurla bakışımlı bir edilgenlik savında olması… Anlatmak istediğim şu: Göstergelerin, hem metnin konu edindiği zaman kavramıyla, hem de metnin anlatı, anlatım ve okunma süreciyle eşsüremli, özgür ve püskürürcesine dans müziği içine alması insanı. Bu yolculuğuma eşlik eden bir izlenimim de zaman göndermesi olan romanının adındaki göze ilişkin büngüldek tahayyülüm.
Olay ne, türü ne olabilir sorularına yanıt istenirse, bir roman (novella) çocuğun birini öldürmüş tabancasını denize atmış soğukkanlı bir adamın yürüyüşüyle başlıyor, diye belli belirsiz oluntulardan sözedilebilir. Arkaplan betiminde olaylar/hayaller de düş gibi zamandan bağımsız seyrediyor. Sonrasındaki oluntularda eş ya da artsüremli tutarlılık görülmüyor. Tutarsızlığın tutarlılığı demek ki gözetilen, yani anakronizm kaygısı yok anlatıcının.
Aslında düş demişken anlattıklarına “hatta adamın gördükleri rüya bile olamazdı artık; olsa olsa roman” diyecektir ileriki sayfalarda. Ve sonunda bu anlatılanlar senin hikayendir demiş olsa bile aralarda birçok yerde kendi hikayesini öyküleştirdiğini de açıkça veya ağzından kaçırmış olarak beyan edecektir.
Üstelik bu anakronizm Varuna’nın Bin Gözü’nde “tabanca bir kez dönmüştü etrafında, iliğine kadar ıslanıp öyle batmıştı suya, ardında kabar kabar kabarcıklar” betiminden de anlaşılacağı gibi aynı zamanda mekânsaldır. Postmodern bir film gibi okuru da katmak için görüntüler arasında gezdiriyor kamerayı. Bir yandan da okumayı sürdürmesi için “birbirimizin rüyalarında dolaştığımızı görecektin” dediği okuru kışkırtmak, çatışmanın bir boyutu veya bir başka gerilim çatkısı olarak çıkıp gidecek diye endişelenir gibi yaptığı, gitmesin diye onu da kattığı bir mukabele…
Böylece vitrininde bir polisiye görünen, içerde rüya tabirine ve felsefi çözümlemelere dönüşen ama hiçbir zaman öykülemenin gerilim dozunu düşürmeyen, kendisinin de dediği ve belli ki bir kahraman gibi katıp gözettiği ‘bilge okur’u/yazarı/kahramanı hatta yaratacağı, eğiteceği, yönlendireceği -en azından kendimden bilmekteyim bunu- türlerin iç içe geçtiği melez bir yapı, dilin, sözün, sesin, harfin, kavramların, önermelerin, olumsal değerlendirmelerin, ironinin, parodinin cirit attığı bir cümbüş, bir festival. Bir palempsest metin.
Anlatımı ya da tasavvuru ya da başka bir seçimi/tutumu, hangisi belirliyor gerektiriyorsa ayrıntılı betimlemelerine Ergen’in yakışıyor. Bunun fark edilmesi için olabilir “bir de öldürdüğü çocuğun gözleriyle gece, ama gece sinsi bir yılan gibi sokulup dolaşınca evin içinde bu sesler duyulmaz olmuştu artık, (hangi sesler?) bir tek çatı katından gelen sesler derken bu sesleri bastıran bir kız ama televizyonda, politik yorumlarsa öteki kanalda, ekranın ardında kalan görüntülerse anlam ötesi olduğundan yakıcı, anlatılır ama yazılamazdı şimdi: ‘Tısss...’” dediği gibi yargıyı belirsizleştirircesine girişik bileşik cümlelerle sözü uzatıyor. Sanki Şehrazat; eğer gerilimin dozu düşerse, anlatım kesintiye uğrar da şafak sökerse ölüm olacak gibi.
Ne uğrak gözetiyor ne de amaç, anlatımın kendisinin, eşdeyişle gösterenin kendisini amaç edinmiş bir serüvene dönüştürüyor metnini. Gerilim de estetik haz da özne nesne yüklem çelişmelerine rağmen duyumsanıyor, hükmünü icra etmiş oluyor böylece. İyi okurlar anlayacak ki bu yolculukta yazar bir yere vardırmayacak, belki bir novella olmasının da nedeni uzun cümlelerin yeterince uzun bir yolcuk olduğundan kısa kesmiş olsa hikayesini öyküsünün, bu bir sayfa meselesi. Hikayesi sonlanmayacak bununla. Bu, Sağır Bellek romanının kahramanı Mahmut’un burda da ortaya çıkmasından belli her şeyden önce.
Birçok pasajı gibi hem bunu örnekleyebileceğimiz “dolaştığı caddelerle sokaklar verevine görünüyordu çünkü yollar parçalanmıştı; insanların yüzleri asıktı çünkü içleri parçalanmıştı; okuduğun bu cümleler anlaşılamazdı çünkü anlam parçalanmıştı ve şimdi anlaşılmaz olan bu cümlelerin arasından göğe doğru yükselen gökdelen, neredeyse yazgılarını bile çatarken bu insanların, gölgesi de kentin arka sokaklarını bile kapladığı için bir yandan, bu yüzden insanlar kendileri olamayıp hep bir başkası kılığında dolaştığından sokaklarda, (bitmedi henüz:) her yanı bir anda kaplayan bu arsız gölge bir karabasan gibi çöktüğü için kentin üstüne, kent de çıldırıyor..çıldıracak..çıldırmıştı sonunda!” sözcelemi felsefe, mitos, düş ve gerçek arasında gidip gelen yaşamı düşe düşü mite, miti “gelip geçen günlerin bezdirici tekrarı yaşananlara” karan ikisi arasında ayrımsız ve serbest atış felsefe yapan bir mecrada gelişiyor novellası Melih Ergen’in.
“Kaos Teorilerine Felsefi bir Yaklaşım’ adlı kitabı arıyordun, sanırım düzensizliğin düzenine olan ilk isyanındı ama” “Boş Zaman’ ise adının ötesinde anlamı olan ‘manâ’nın zamanıydı artık” gibi hikemî, ‘Anlam,’ insanın var oluşuyla başlayıp yanıtlanması güç bir soru olduğundan, tabii ki bunu fizikötesi sayılacak bir zamanın içinde arayacaktı adam” ve “özgürlüğün yalnızlıkla veya ölümle sağlanabileceğini düşünmek” gibi felsefi, “yalnızlık bile alıp başını gittiğinden” “harıl harıl yanıp gitmiştin de, bir avuç kül niyetine öğütlerini bırakmıştın geride” gibi dize değerindeki sözcelerinin anaforuna kapılıyor insan okumaya koyulur koyulmaz.
Bir söz karnavalı, bir maskeli balo gibi her yerden bir mecaz ya da başka bir eğretileme olarak söze geliyor kavramlar. Bir yargıya varmıyor ama hiçbiri. Bu şudur diyecek olduğunuzda bir başkasına dönüşüyor. Sözgelimi anlatı mı okur mu roman kahramanı mı Mahmut mu yoksa anlatıp durduğu eli silahlı, bir çocuğu öldürüp şehrin kalabalığına karışmış adam mı, evde ödev yapan kızına bir hayalet gibi görünen dev adam mı, karışıyor. Her imgenin, her sözcenin ucu açık, bilinçli bir kesinlemesizlik. Bilinçli olduğunu “bütün roman yazarları kurdukları hayallere yaslanarak anlatabilirlerdi gerçekleri ama ne denli uğraşsalar bile asla gizleyemezlerdi kendilerini, bıraktıkları böylesi ‘........’ boşlukları da ne yapsalar dolduramazlardı yazdıklarıyla, istersen deneyebilirsin sen de” dediğinden veya benzer başka bir cümleden, sözgelimi “bıraktığım şu boşluğa ‘.…….’ kendilerini mi yazarlar diye boş yere düşünüp duruyordum tabii. Kahramanlar” vb söylem parçalarından anlayacaksınız.
Ya da şurdan:
“Bak; Mahmut tam karşında, sana bakıyor: Baktığın ayna! Masaya geçip bunları yazan sensin. Ben ikinize birden bakıyorum. Nasıl da benziyorsunuz Mahmut'la birbirinize."
“Peki, baştan alalım o zaman ama artık dikkatli oku: Bak, Mahmut tam karşında, sana bakıyor: baktığın ayna! Masanın başına geçip bunları yazan sensin. Ben her ikinize birden bakıyorum. Sen artık Mahmut'sun, ben de öyle; çünkü ikinize birden bakıp çoktan ‘siz’ oldum da, yalnızlığı tanrının elinden alıp ve böylece kendimi tanrı kılarak yazdım bunları. Ne yani, hâlâ yazarla okuyanı bir kılmak mantıklı gelmedi mi sana, oysa kim ki bir kitabı baştan sona kadar okuyorsa, bil ki o kitabın gerçek sahibi kendisidir.”
Metin içi bir arayış, hatta yazarın kurgusunu, novella, roman, öykü her neyse kendi metnini, dilini arayışı gibi de okunabilir Varuna’nın Bin Gözü ama, bir arayış değil bir kayboluş, kaybolmak üzere yola koyulunmuş gibi arada aradığını bulacak gibi olsa da “televizyonu açık kahve fincanı içmekte olduğu için henüz sıcak” onun odasında o olmayacak. Adam çocuğu ve hayalleri gibi kendisi de kayıp çünkü” dediği üzere bir anlatı.
Belki de kaybedilmiş bir kentin, hatta kentliliğin vesvesesi. Hatta belkisi fazla vesvesesi az: çıldırmış, daha da çıldıracak dediğine bakılırsa bir kıyamet gibi algıladığı da söylenebillir. Arayışlar kayboluşlar bundan.
Tam burada politik bir ironiyle karşılayacak okuru:
“Devlet işte bu yüzden ‘ivedi’ önlemlerini almıştı hemen, kentin dört yanına oklar-işaretler-levhalar asmıştı: ‘İstihbarat Servisine Gider!’ ‘Adliye Binasına Gider!’ Karakola Gider! ‘Cezaevine Gider!’ Tımarhaneye Gider!’ Ama nedense ‘Kaybolanların Yanına Gider!’ diye bir levha yoktu ortalıklarda…”
O zaman anlaşılacak ki yazar da anlatıcı da ‘kim vurduya’ gitmiş” dediği hayatlar da sanıldığı gibi başıboş değil; bu, anlatıcının olmasını istediği ama hayatta var kılamayıp metin olarak uygulamak istediğidir; özgürlük bundan ibarettir ancak böyle panoptikon gibi bir denetim sözkonusudur.
İşte Melih Ergen’ın anlatıcı olarak karakteri de böylece ete kemiğe bürünmüş olur: apolitik bir tutumla politika yapar. Elbette ki bu mesaj vermekten başka bir şeydir, öğretici, bildirici değil, gerilimi anlatımından menkul duyumsatıcı betimleme yoluyla. Kendi metnini de kurgusökümüne uğratan bir edimsellikle.
Anlatımın gerisine atılmış olayların ileri-geri gidim-gelimleri bölüm başlıkları ve giriş cümlelerinden de anlaşılacağı gibi zamana ilişkin kurgu, dediğimiz gibi yazınsal olanağa dönüştürülmüş anakronizm de bu kayboluşun evrensel boyutlarına dikkat çekmek içindir.
“Roman ya da gerçek; sözünü ettiğim adamsa rüyasında olsa bile öldürdüğü çocuğun hayaletinden kurtulamayacağını anlayınca başıboş dolaştığı bu kentin çıkmazlara açılan arka sokaklarından evine dönerken[…] yalnızca geceleri gören tanrı Varuna ve onun gökyüzündeki bin gözü”ne dönüşecektir.
Bu saptamalardan aşırı yorum denmezse bendeki çağrışımlarına göre diyebilirim ki adam çocuğu kurban ettiği panoptikon denetleyicisinin yanında her şeyi kaybeden bir de Varuna vardır. Lacan’ın ancak küçük ötekisi insanlarla düşünülebilen bu büyük öteki. Zamanın efendisi, hatta kendisi olmuş. Ya da hiçlik, dünyayı içinden çıkartan İbni Arabî’nin deyimiyle fışkırma kendini kendine öteleyen bir oluş. Gök tanrısı, “hani şu gözleri geceleri gökyüzünde dolaşan yıldızlar olup bizi ve yaşadıklarımızı kıs kıs gülerek seyreden tanrı Varuna!”
Novellamızın ikinci bölümü “sabah” başlığı altında erkenden kalkıp işe gitmiş adamın “çan sesi peşinde ofisinde oturup güneşin doğuşunu bekler” cümlesiyle başlar. Burada Lacan’ın başka bir tanrı tarifindeki gibi kendini geri çekip gözleri yıldızlarla dünyayı denetleyen tanrı şimdi eşyaya sinmiştir. Bu da panoptikonun aynı zamanda bir içsel denetim içerdiği, eşdeyişle insanların gözetleniyorum kaygısını içselleştirdiğini düşünmemize gönderge oluşturuyor.
Alt, üst, erek, kaynak metinlerin iç içe geçtiği çok katmanlı Varuna’nın Bin Gözü edebiyatımızda yer ayrılması gereken bir roman. Kendi adıma aradığımı fazlasıyla bulduğumu söyleyebilirim; ancak, yazarın tevazu gösterisi veya romandaki anlatıcının kurgu oyunu diyebiliriz, ‘onun okuru’ aradığını bulamıyor gibi… Belki de kendini bulamıyor ya da kendi trajedisini gördükçe sayfaları çevirmesinden belli kendiyle karşılaşmaktan da hoşlanmıyor. “Bir roman asla tasarlandığı gibi yazılmaz, radyo programı yapmaya benzer yazmak, bir boşluğa konuşur durursun işte böyle” diye de uyarıyor nesneleştiremediği, özneleştiremediği okur-kahramanını. Böyle bir amacı yok çünkü. Ancak ben yine de sorasıyım uzamına karışıp “ne boşluğa söylenmiş değil ki” her şey hiçse, diye…
Roman kendini ortaya koymaktadır zaten ama, yine de romandaki değişik kimlikleriyle, bir eli tabancalı adam, bir Mahmut olarak görünen hayaletimsi okura “Okumaya devam ettiğin bu romansa (doğrusu pek emin değilim ama)” “sen hâlâ kesintisiz ilerleyecek bir öykünün peşindeydin” diye sitemde bulunuyor ve “yine bilmeni isterim ki ben bunu seninle birlikte yazabilmek için ne hayaller kurmuş, söz gibi yazının özgür, kendi başına buyruk, ‘anarşist’ olan (bak işte, arayıp bulamadığım sözcüğün tam yeri!) büyüsüyle bizi tersinden okunabilen romanlara taşıyabileceğini, her ne kadar bu düşüncelerim hezeyana dönüşerek seninkilere benzemeze de, (benzemesin zaten) rüyaların hoşgörüsüne sığınarak böylesi savrukmetinler içinde gezinebileceğimizi düşünmüştüm” diyerek savunuyor da edimini.
Bunlar Melih Ergen’i bağlamaz, roman kahramanının görüşleri denerek, romanla sınırlandırılabilir mi? Hayır, Ergen, kahramanıyla kendi görüşlerini tartışıyor. Roman ve edebiyatla da sınırlı değil bu. Hayatın tümüne ilişkin çözümleyici bir eleştiri… Ayrıca Varuna’nın Bin Gözü, çok katmanlı bu yapısıyla gündelik hayata ilişkin olduğu kadar siyaset felsefesi boyutuyla da açılımı esinlendirici olabilir. Anti kapitalist bir reçete içermiyor, elbette ki böylesi kuru bildirilerle alış verişi yok ama tüketimci kapitalizm karşısında kendini inşa eden bir yazınsallığı, karşı estetik konuşlanışı, olduğu rahatlıkla söylenebilir, bir başka deyişle eleştirelliğiyle kültürel siyaset yaptığı. Bundan kendisi de emin görünüyor, yazar ya da esinlendirici veya yaratım yeteneği olarak “sen çok yaşa, bize bilmediklerimizi gösteren, karanlıkta kalanları karanlığın diliyle anlatan bin gözlü tanrı Varuna” biçimindeki duasına bakılırsa.
Gösteri Sanat Edebiyat Dergisi
Haziran / Ağustos 2016 Sayı:319
Gösteri Sanat Edebiyat Dergisi
Haziran / Ağustos 2016 Sayı:319