7 Ağustos 2013 Çarşamba

Hayat Dediğin...


Melih Ergen’in temel teması yaşıyor olmak ve ölümdür. Var olmak ve hiçlik. Romanda var olmak, bütün somut ayrıntılarıyla anlatılır.

Melih Ergen’le, sanırım 22 Şubat 2012 akşamı İzmir’de Konak Belediyesi’nin verdiği Fransız Kültür Merkezi’nin arka bahçesindeki yemekte tanıştım.
 Konak Belediyesi o yıl Leylâ Erbil’i onur yazarı seçmişti düzenlediği öykü günleri için. Akşam yemeği de yazarın onuruna veriliyordu. Melih Ergen yemek masasında karşımda oturuyordu. Solumda Leylâ Erbil vardı. Sağımda gene etkinlikte bir panele katılacak olan romancı ve deneme yazarı Nilüfer Kuyaş. Bu yazınsal etkinlik üç gün sürecekti. Melih Ergen birçok şey anlatmak gereksinmesi duyan,heyecanla konuşan bir genç insandı gözümde.Ama kısa süre sonra anlattığı şeylerin boş şeyler olmadığını, bu konuşmaların altında bir kültür birikimi yattığını anladım. Adeta sanatsal olan ironisi de dahil. Bu konuşma kültürü esaslı bir yazarın da temelinde yattığı bir kültür de olabilirdi. Bir süre sonra Ergen’in yanına gelip oturan şair Sina Akyol, onun yıllar önce anlatılar yayımladığını, bu kitapların tükendiğini, bir daha da basılmadığını söyledi. “Bir yerde bulamaz mıydım?”dedim. Yoktu. Bulmak olanaksızdı. O zaman Ergen’in Yeşiller Partisi kurucularından olduğunu, şimdi eskide kalmış görünen yazarlık serüveninin de küçük bir başlık altında YKY’nın yayımladığı Yazarlar Sözlüğü’nde yer aldığını da bilmiyordum.
Şimdi Tünel adlı öykü kitabının, elden geçirilmiş ikinci baskısı Nisan 2013’de, yeni romanı Sağır Bellek, Mart 2013’de yayımlanmış bulunuyor. Bu iki kitabı okuyunca, yeni tanıdığım, konuştuğum insanlar karşısında duyduğum sezgilerin güçlülüğünden ötürü kendimi kutladım. İşte masamda duran kitaplarda büyük bir yazar yatıyordu. Hiç hafif olmayan bir yazar. İnsan olarak da, yazar olarak da derinleşmiş biri.
Sağır Bellek adını taşıyan romanda bellek hiç sağır değil. Tersine, çok güçlü bir bellek yazdırmıştır bu romanı. Erişilmesi güç bir bellek, çok özgün bir bellek.
Melih Ergen’in temel teması yaşıyor olmak ve ölümdür. Var olmak ve hiçlik. Romanda var olmak, bütün somut ayrıntılarıyla anlatılır: Bu da 1940 yılları Anadolu’sunda demiryollarında çalışan babanın atandığı onlarca kent tren istasyonlarında geçen yaşamıdır. Böylece de o yılların pek çok Anadolu kenti de anlatılmış olur. Hiçbir fevkaladeliği olmayan bir yaşamdır bu.
Yaşam, dönemin ünlü alaturka şarkılarında yansıtıldığı gibidir. Bu yaşamla ya da oralarda geçen bütün yaşamlarla yok olmak, ölüm arasındaki uzaklık çok azdır. Yaşam fevkaladelikler getirmeyen bir süreçse, ölüm de ona yakın bir yerde duran hiçliktir. Ama en trajik olan yaşam sona erdikten sonraki unutuluş sürecidir. Bu durumda yaşamı sürüklemenin saçmalığı, değersizliği ortadadır: “...çünkü bakıp göremediğimiz, görüp anlayamadığımız, anlayıp çözemediğimiz bir bulmaca gibiydi hayat” (s. 151). “...yani neyle karşılaşacağımı bilmeden nefes nefese koştuğum bu yolun sonunda varacağım yerlerin hepsi aynıydı: Sürgit tekrarlanan hayat!” (s. 152).
Anadolu’ya özgü bir melankoli
Roman Mahmut’un büyümesini, sonra da onun gençlik yıllarını anlatır. Romanı anlatan onun çok yakınında olan birisidir. Kitapta Mahmut kadar ön planda olan babası, demiryolları memuru Suat Bey’den kalan bir not defteri de vardır. Bu not defteri yoluyla Mahmut’un babasının daha eski yıllarda  geçmiş olan yaşamı da yer alır romanda. Bu anlatımlar 1950 öncesi Anadolu’sunun resimlerini çizer; romanın felsefi yapısını anlatmaya girişmeyeceğim. (Kitap birçok felsefi göndermeyle doludur; Camus “Felsefenin temel sorunu intihardır” dememiş miydi?). O işe girişmeyeceğim gibi birçok Anadolu kentinde yaşamış olan ailenin yaşamlarını da anlatmayacağım. Bunu romanı okuyan okuyucu kavrayacaktır. Romanın düşünsel niteliğini “varlık ve hiçlik” ikilemi içine sokmayı doğru bulmuyorum. Ayrıca bu sözlüğü biraz çok kullandık. Romanda bulunan bu sorun yumağı, çok kullandığımız soyut çozümlemeleri aşıyor. Tersine somut olarak yaşanmış, yaşanması zorunlu hayatlara yayılıyor. Taşra hayatının hepsi, okumuş yazmış annenin Anadolu cenderesi... Sabahattin Ali’nin gösterdiği Anadolu yaşamı. Anlatım ne denli ironiyle dolu olsa da, trajiğin iletisidir bu. Anne, Suat beyin gençlik sevgilisi, sonra da karısı Saliha hanım bütün görevlerini yerine getirdikten sonra intihar etmiştir. Ergen’in felsefi göndermelere karşın somut yaşamdan kaçmayan bu 200 sayfalık romanı (bu ölçü estetik bir ölçüdür) en az bir Vüs’at O. Bener, bir Nezihe Meriç anlatım gücüyle yapılanmıştır. Vüs’at O. Bener’in çok güzel olan ilk kitabında yer alan”Sarhoşlar” öyküsünde, Anadolu’ya özgü olan melankoli içinde “Sen arzu ettin...” şarkısı nasıl durumu derinleştirici bir işlev görüyorsa, Sağır Bellek’de de anılan alaturka şarkılar aynı işlevselliği içinde taşıyor. Anadolu’da yaşam o şarkılarda söylendiği gibidir. Şarkılar o tekdüze yaşamın derin hüznünü yansıtır. Ergen bu konuda ironiyi elden bırakmasa da, ölümle birbirine çok yakın, neredeyse birbirine eşiksiz olarak geçişli olan yaşama onu tanıyan bir sevgiyle bakıyor.

Çoğunlukla kısa olmayan tümcelerle yapısını kuran bu metinde hiçbir tümce anlam ya da anlatım teklemesine uğramaz. Arka kapakta yer alan nottaki bir tümcedeki çözümleme gerçekten doğru olduğu için (kim yazmış?) buraya alacağım: “Kaotik, bilinçaltına dayalı sıçramalarla çoklu okumalara açık, göndermeleri derin ve psikolojik yoğunluğuyla sıkı bağlar oluşturuyor.”
Öykülerin yer aldığı kitabında Ergen’in dünyaya bakışı değişmemekle birlikte öykülerle metinler, geçmiş zamanın yüklü anlatımından bir ölçüde uzaklaşmakla, daha serbest bir yazın ortamında dolaştığı için eğretilemelere daha kolay ulaşmaktadır. Mezardaki tabut, tünel halini almakta, yaşamda olmayan insanı belirsiz yerlere götürmektedir. (Tünel adlı öykü). Bir öykü kahramanı başkaları yerine ölmek için çırpınıp duruyordur. (İhsan Bey Ne Zaman Öldü?) Kitapta bir de “Kırda” adlı bir mezarı ziyaretle, bir doğum günü kutlamasına benzeyen anlatımıyla, ölümle insan yalnızlığını bu tören içinde birleştiren kuruluşuyla, zor erişilebilir bir sona varışla çok yüksek bir yazış düzenine ulaşan öykü var ki, 20. yüzyıl yazarlarının en iyilerinin varabildiği yere varıyor.
Yıllar önce beni temelden sarsmış iki öykü üzerine bir yazı yazmış, Adam Öykü dergisinde yayımlamıştım. Beni sarsan bu iki öykü Hemingway’in “Temiz, İyi Aydınlanmış Bir Yer”le Nabokov’un “Rusya’ya Hiç Gitmeyen Mektup” adlı hikâyeleriydi.
Daha sonra bu sevdiğim yazımı “Samuel Beckett’in Terzisi” adlı kitabıma aldım (Dünya Yayınları, s. 23-29). İşte bu hayran olduğum hikâyeler ölçüsünde bir hikâye: “Kırda”.

DEMİR ÖZLÜ
Radikal Kİtap Eki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder