16 Ağustos 2013 Cuma

SAĞIR BELLEK’İN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ




Kafka, “Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında.” sözüyle tüm yaşam felsefelerine son noktayı koyar. Edebiyatın belleğinde insanın ölüm karşısında çaresizliğini dillendiren binlerce sayfa yer alırken, ölümün bilinçli seçimi olan intihar, yüreklerin en iç acıtan satırlarında kanamaya devam eder.

Melih Ergen’in son romanı Sağır Bellek’i okurken ölüm ve intihar çevresinde dolaşan roman kişileri üzerinden hayata ve insan gerçeğine yeni anlam kapıları açıyoruz.  Sağır Bellek, öncelikle felsefi, psikolojik göndermeleri ve aforizma tarzında cümleleriyle ilgi uyandırıyor. Romanda birkaç anlatıcının bakış açısından anlatılan toplumsal dönem başarıyla duyumsatılıyor. Ölüm, Melih Ergen’in diğer romanlarında olduğu gibiSağır Bellek’te de odak sorun olarak yer alıyor. İntihar eden bir anne, demans nedeniyle oğlunu anımsamayan yaşlı baba, oğulun babayı cezalandırma ve öldürme isteği; oğulun, ardında hiçbir iz bırakmadan kaybolan kendi oğlu... Bütün bunlar romana gizem, heyecan ve merak boyutu kazandırıyor.

Melih Ergen, kaotik yapıda oluşturduğu romanında insanın içindeki derin kaosa dikkat çekiyor. Olayları dile getiren bir anlatıcının, onun arkadaşı Mahmut’un ve Mahmut’un babası Suat’ın anı defterinde kendi yaşamına dair anlattıkları olmak üzere üç ayrı bakış açının varlığından; üç ayrı katmandan söz edebiliriz Sağır Bellek’te. Bu katmanlarda anlatılanlar, kronolojik çizgiyi izlemiyor; çoklu anlatıcıların bilincinden geçenler,  farklı zaman kesitleri içinde gösterilerek ve bu zaman kesitleri metnin içinde sık sık kaydırılarak bilinç akışı üzerinden hayata bakan sıra dışı bir roman oluşturulmaya gayret edilmiş. Bilinçli olarak dağınıklaştırılan roman metni, insan hayatlarının karmaşasını ve toplumun içinde yaşayan anakronik zamanları temsil eder nitelikte. Kendi kuşağının sözcüsü olan anlatıcılar kendi gerçeklerini ve yaşantılarını dillendiriyorlar. Romanda, durgun bir ırmak gibi akan zamanlar ve olaylar; uzun, karmaşık cümleler ve bilinç akışı anlatımları aracılığıyla dile getiriliyor. Roman olaylarının kronolojik- düz çizgide aktarılmaması; tam tersine, parçalı yapı içinde ve farklı zihin pencerelerinden aktarılması, romana modernist bir nitelik kazandırıyor.

Sağır Bellek, öncelikle atmosfer romanı özelliği taşıyor; 1950’ler ve sonrasında yaşam, demiryolcuların dünyası, Anadolu evleri, Anadolu insanı ve kırların uçsuz bucaksız özgürlüğü... Roman, yazınsal atmosfer oluşturma ve kişileri bu atmosferde yaşatma açısından oldukça başarılı. O yıllardaki yaşamı çeşitli ayrıntılar üzerinden tanıma ve anlama olanağı buluyoruz; Anadolu coğrafyası, kasabalar, köyler, ıssız istasyonlar, toprak evler ve insanımızın özverili iç güzelliği…

Roman kişilerinden Suat ve Mahmut'a epeyce derinlik kazandırıldığı görülüyor.  İç konuşmalara yer verilmesi, kahramanların zihinlerine ayna tutulması Sağır Bellek’in yapısını güçlendiriyor. Romanın ayrıntılarda yaşattığı güzellikler, fotoğraf kareleri ya da birer  spot ışığı gibi insanın zihninde yanıp sönüyor. “…çünkü perondaki lamba ne kadar çabalasa da gece olunca evlerin, dükkânların mumları tek tek söndüğünde bu ovaya zifiri bir karanlık basar, geride yalnızca bir sessizlik kalır, bu sessizlik onlara, istasyonun boşalmış olan bekleme salonuna, kapanmış olan gişenin pencerelerine, perondaki banklara, raylara, makas başına kadar tuhaf bir huzur verirdi bana kalırsa, yalçın dağların arasında kalan ve biraz da unutulmuş gibi olan bu istasyonda kör bir kandil gibi sabaha kadar yanan bu lambanın bile bu sessizliğe öyle çok ihtiyacı olurdu ki, istasyon şefinin kemanından çıkan seslerden huzursuz olur, sabaha kadar titrer dururdu mutlaka!” ifadesinde,  eski yıllarda Anadolu’daki ıssız istasyonların gece hali ve roman atmosferi masalsı bir gerçekliğin içinde tüm ayrıntıları ve canlılığıyla ifade ediliyor.

Anlatılan insani durumlar okuru bir gizemin içine çekiyor. Kayıp, intihar, ölüm sarmalında hayatı solumaya çalışıyor roman kişileri. Ölüm ve intihar kavramlarına varoluşçu felsefeden düşünce unsurları eklenerek ölüm ve intiharın varoluş nedeni sorgulanıyor; intiharın bir yasası olup olmadığı da ayrı bir sorgulama boyutu oluşturuyor Sağır Bellek’te. Sayfalarda otobiyografik izlerle karşılaşıyor olsak da, yazarın yaşanan gerçekleri roman gerçekliğine dönüştürmedeki dikkatli çabası, yazılanları birer anı olmaktan çıkararak onları roman estetiği içinde değerlendirebilme olanağını sunuyor bizlere. Gerçekten yaşamış ve edebiyatta kalıcı iz bırakmış olan yazar Nezihe Meriç, bir roman kişisi olarak yer alıyor sayfalarda. Mahmut’un öğretmen annesinin arkadaşı olan bu aydın kadın yazar, hayranlık duyulan varlığıyla romanda yer alırken, Mahmut onu ziyaret ederek annesiyle ilgili bazı izler ve anıların ardına düşmek istiyor. Fotoğraf albümlerinde yaşayan anılar, Nezihe Meriç ve Mahmut’un annesinin yaşantılarını dile getiriyor. Roman metninde yazarın adı doğrudan verilmiyor; ancak satır aralarında gizli kimi ayrıntılar ve “bozbulanık kitaplar” gibi göndermelerle, söz edilen yazarın Nezihe Meriç olduğu sezdiriliyor.

Romanda cümlelerin çoğunun karmaşık yapıda olduğu, normalde roman anlatımında çok sayıda bulunmaması gereken “olan, olup” gibi fiilimsilerle ve kimi bağlaçlarla uzatıldığı görülüyor. O nedenle başlarda romanın meselesini, anlatmak istediği durumları zihnimizin sinemasında kurmakta zorlanıyoruz. Yazarın kurguda olduğu gibi dilde de deneysel bir çaba içinde olduğunu fark ettiğimiz andan itibaren romanın içindeki dünyaya uyumlanmaya başlıyoruz. Mesela, “Telgraf alıp vermekten başka bir işi yokmuş ama burada Suat Beyin, hatta bir gün istasyona on dakikalık bir mesafede olup çevresi tel örgülerle çevrilmiş bir açık hava sinemasına gitmiş, 'Mezarımı Taştan Oyun' ancak izleyenler yerlerinden fırlayıp bağırmaya başlayınca 'vursana ulan, yesinler o güzel gözlerini' bir daha istasyondan dışarı adım atmamış, zaten bir hafta sonra da aldığı bir telgrafla Erzin'e hareket etmişti.” ifadesi, ancak kahramanın bilincindeki sıçramalar üzerinden okunabilen, çok anlamlı/ parçalı uzun bir cümleden oluşuyor. Yazar, var olan cümle yapısını, dolayısıyla dili değiştirip ona insan bilincinde farklı boyutlar kazandırarak yazmayı önemsiyor; bu durum, toplumsal bir kurum olan ve bireye dayatılan dile,  metinsel ve dil içi bir başkaldırı örneği oluşturuyor.

Roman, ilk bölümlerden sonra daha akıcı hale geliyor; okur netleşen roman dünyası içinde ilgi ve merakla yol almaya başlıyor. Anlatıcının zaman zaman Mahmut’la özdeşleştiği de dikkati çekiyor. “… yıllar yaz kış demeden geçmiş, aylara, günlere, an’lara sığamayıp ölüm gibi doğmanın, doğmak gibi bir ölmenin bir an’ı olarak kalakalmıştım…” cümlesinde odaktaki ölüm olgusunun doğumla özdeşimine; doğum- ölüm döngüsü içinde sıkışan insana işaret ediliyor.

Sağır Bellek’te yoğun, derin anlamlar içeren cümleler, okurun bilincine açılımlar kazandırıyor: “Ne ararsan kendinde Mahmut, sorarsan bilmem ama sormazsan bilirim.” “Bundan böyle oğlumu kendimde arayacağım, bulduğum zaman da dönemeyeceğim...” “Aşkın aklı olmaz; akılla inceltilmiş bir sevgiyse ömür boyu sürer.”  “Hayat, içinde ölüm olduğundan değerli, var olduğumuz anlarsa biricikti, anlamsızlığın dilini çözmenin yolu intihar olabilir miydi hiç?” “Kendini sevmeden dünyayı sevebilir misin, üstelik bir kez ölmeye gör, bundan sonrası yaşamaya değerdi!”  gibi cümleler…

Metinde Dur ve Düşün sözleri etrafında çoğalan derin anlamlar güncel yaşamla öyle örtüşüyor ki okurken şaşkınlığa düşüyor; "İnanılmaz bir şey bu!" diye düşünüyoruz. İnsan, hayatın içindeki o saçma ve beyhude koşuyu sürdürürken durmalı ve düşünmelidir yazara göre: “Kendiliğinden, içinden gelerek, başlı başına bir eylem gibi durmak, durdukça bir daha durmak, çaba göstererek, kımıldamadan, çaba gösterdikçe kurtçuklar beyninde ve sen yine hiç kımıldamadan duracaksın!”

Sağır Bellek, felsefi ve psikolojik yoğunluğuyla öne çıkan; hayatın içinde insanı, doğumun içinde ölümü, ölümün içinde intiharı, yokoluşu, kayboluşu, hiçliği sorgulayan; evrenselliğe açılan özgün bir roman. İnsan gerçeğinin yereldeki yansımaları ve eski günlerdeki Anadolu yaşantıları romanı toplumsal tarihin ilginç sayfalarıyla buluşturuyor. Oğuz Atay’ın demiryolcuları sanki Sağır Bellek’in ıssız istasyonlarında yaşamayı sürdürüyor. Romanda toplumsallığın evrensellikle ve edebiyattaki paralel dünyayla bütünselleşmesinden oluşan zengin anlamlar, okurda derin izler bırakıyor. 


Hülya Soyşekerci

hsoysekerci@gmail.com



(Taraf Kitap  16.08.2013'te yayımlandı.)

*Sağır Bellek, Melih Ergen, Kanguru Yayınları








7 Ağustos 2013 Çarşamba

Hayat Dediğin...


Melih Ergen’in temel teması yaşıyor olmak ve ölümdür. Var olmak ve hiçlik. Romanda var olmak, bütün somut ayrıntılarıyla anlatılır.

Melih Ergen’le, sanırım 22 Şubat 2012 akşamı İzmir’de Konak Belediyesi’nin verdiği Fransız Kültür Merkezi’nin arka bahçesindeki yemekte tanıştım.
 Konak Belediyesi o yıl Leylâ Erbil’i onur yazarı seçmişti düzenlediği öykü günleri için. Akşam yemeği de yazarın onuruna veriliyordu. Melih Ergen yemek masasında karşımda oturuyordu. Solumda Leylâ Erbil vardı. Sağımda gene etkinlikte bir panele katılacak olan romancı ve deneme yazarı Nilüfer Kuyaş. Bu yazınsal etkinlik üç gün sürecekti. Melih Ergen birçok şey anlatmak gereksinmesi duyan,heyecanla konuşan bir genç insandı gözümde.Ama kısa süre sonra anlattığı şeylerin boş şeyler olmadığını, bu konuşmaların altında bir kültür birikimi yattığını anladım. Adeta sanatsal olan ironisi de dahil. Bu konuşma kültürü esaslı bir yazarın da temelinde yattığı bir kültür de olabilirdi. Bir süre sonra Ergen’in yanına gelip oturan şair Sina Akyol, onun yıllar önce anlatılar yayımladığını, bu kitapların tükendiğini, bir daha da basılmadığını söyledi. “Bir yerde bulamaz mıydım?”dedim. Yoktu. Bulmak olanaksızdı. O zaman Ergen’in Yeşiller Partisi kurucularından olduğunu, şimdi eskide kalmış görünen yazarlık serüveninin de küçük bir başlık altında YKY’nın yayımladığı Yazarlar Sözlüğü’nde yer aldığını da bilmiyordum.
Şimdi Tünel adlı öykü kitabının, elden geçirilmiş ikinci baskısı Nisan 2013’de, yeni romanı Sağır Bellek, Mart 2013’de yayımlanmış bulunuyor. Bu iki kitabı okuyunca, yeni tanıdığım, konuştuğum insanlar karşısında duyduğum sezgilerin güçlülüğünden ötürü kendimi kutladım. İşte masamda duran kitaplarda büyük bir yazar yatıyordu. Hiç hafif olmayan bir yazar. İnsan olarak da, yazar olarak da derinleşmiş biri.
Sağır Bellek adını taşıyan romanda bellek hiç sağır değil. Tersine, çok güçlü bir bellek yazdırmıştır bu romanı. Erişilmesi güç bir bellek, çok özgün bir bellek.
Melih Ergen’in temel teması yaşıyor olmak ve ölümdür. Var olmak ve hiçlik. Romanda var olmak, bütün somut ayrıntılarıyla anlatılır: Bu da 1940 yılları Anadolu’sunda demiryollarında çalışan babanın atandığı onlarca kent tren istasyonlarında geçen yaşamıdır. Böylece de o yılların pek çok Anadolu kenti de anlatılmış olur. Hiçbir fevkaladeliği olmayan bir yaşamdır bu.
Yaşam, dönemin ünlü alaturka şarkılarında yansıtıldığı gibidir. Bu yaşamla ya da oralarda geçen bütün yaşamlarla yok olmak, ölüm arasındaki uzaklık çok azdır. Yaşam fevkaladelikler getirmeyen bir süreçse, ölüm de ona yakın bir yerde duran hiçliktir. Ama en trajik olan yaşam sona erdikten sonraki unutuluş sürecidir. Bu durumda yaşamı sürüklemenin saçmalığı, değersizliği ortadadır: “...çünkü bakıp göremediğimiz, görüp anlayamadığımız, anlayıp çözemediğimiz bir bulmaca gibiydi hayat” (s. 151). “...yani neyle karşılaşacağımı bilmeden nefes nefese koştuğum bu yolun sonunda varacağım yerlerin hepsi aynıydı: Sürgit tekrarlanan hayat!” (s. 152).
Anadolu’ya özgü bir melankoli
Roman Mahmut’un büyümesini, sonra da onun gençlik yıllarını anlatır. Romanı anlatan onun çok yakınında olan birisidir. Kitapta Mahmut kadar ön planda olan babası, demiryolları memuru Suat Bey’den kalan bir not defteri de vardır. Bu not defteri yoluyla Mahmut’un babasının daha eski yıllarda  geçmiş olan yaşamı da yer alır romanda. Bu anlatımlar 1950 öncesi Anadolu’sunun resimlerini çizer; romanın felsefi yapısını anlatmaya girişmeyeceğim. (Kitap birçok felsefi göndermeyle doludur; Camus “Felsefenin temel sorunu intihardır” dememiş miydi?). O işe girişmeyeceğim gibi birçok Anadolu kentinde yaşamış olan ailenin yaşamlarını da anlatmayacağım. Bunu romanı okuyan okuyucu kavrayacaktır. Romanın düşünsel niteliğini “varlık ve hiçlik” ikilemi içine sokmayı doğru bulmuyorum. Ayrıca bu sözlüğü biraz çok kullandık. Romanda bulunan bu sorun yumağı, çok kullandığımız soyut çozümlemeleri aşıyor. Tersine somut olarak yaşanmış, yaşanması zorunlu hayatlara yayılıyor. Taşra hayatının hepsi, okumuş yazmış annenin Anadolu cenderesi... Sabahattin Ali’nin gösterdiği Anadolu yaşamı. Anlatım ne denli ironiyle dolu olsa da, trajiğin iletisidir bu. Anne, Suat beyin gençlik sevgilisi, sonra da karısı Saliha hanım bütün görevlerini yerine getirdikten sonra intihar etmiştir. Ergen’in felsefi göndermelere karşın somut yaşamdan kaçmayan bu 200 sayfalık romanı (bu ölçü estetik bir ölçüdür) en az bir Vüs’at O. Bener, bir Nezihe Meriç anlatım gücüyle yapılanmıştır. Vüs’at O. Bener’in çok güzel olan ilk kitabında yer alan”Sarhoşlar” öyküsünde, Anadolu’ya özgü olan melankoli içinde “Sen arzu ettin...” şarkısı nasıl durumu derinleştirici bir işlev görüyorsa, Sağır Bellek’de de anılan alaturka şarkılar aynı işlevselliği içinde taşıyor. Anadolu’da yaşam o şarkılarda söylendiği gibidir. Şarkılar o tekdüze yaşamın derin hüznünü yansıtır. Ergen bu konuda ironiyi elden bırakmasa da, ölümle birbirine çok yakın, neredeyse birbirine eşiksiz olarak geçişli olan yaşama onu tanıyan bir sevgiyle bakıyor.

Çoğunlukla kısa olmayan tümcelerle yapısını kuran bu metinde hiçbir tümce anlam ya da anlatım teklemesine uğramaz. Arka kapakta yer alan nottaki bir tümcedeki çözümleme gerçekten doğru olduğu için (kim yazmış?) buraya alacağım: “Kaotik, bilinçaltına dayalı sıçramalarla çoklu okumalara açık, göndermeleri derin ve psikolojik yoğunluğuyla sıkı bağlar oluşturuyor.”
Öykülerin yer aldığı kitabında Ergen’in dünyaya bakışı değişmemekle birlikte öykülerle metinler, geçmiş zamanın yüklü anlatımından bir ölçüde uzaklaşmakla, daha serbest bir yazın ortamında dolaştığı için eğretilemelere daha kolay ulaşmaktadır. Mezardaki tabut, tünel halini almakta, yaşamda olmayan insanı belirsiz yerlere götürmektedir. (Tünel adlı öykü). Bir öykü kahramanı başkaları yerine ölmek için çırpınıp duruyordur. (İhsan Bey Ne Zaman Öldü?) Kitapta bir de “Kırda” adlı bir mezarı ziyaretle, bir doğum günü kutlamasına benzeyen anlatımıyla, ölümle insan yalnızlığını bu tören içinde birleştiren kuruluşuyla, zor erişilebilir bir sona varışla çok yüksek bir yazış düzenine ulaşan öykü var ki, 20. yüzyıl yazarlarının en iyilerinin varabildiği yere varıyor.
Yıllar önce beni temelden sarsmış iki öykü üzerine bir yazı yazmış, Adam Öykü dergisinde yayımlamıştım. Beni sarsan bu iki öykü Hemingway’in “Temiz, İyi Aydınlanmış Bir Yer”le Nabokov’un “Rusya’ya Hiç Gitmeyen Mektup” adlı hikâyeleriydi.
Daha sonra bu sevdiğim yazımı “Samuel Beckett’in Terzisi” adlı kitabıma aldım (Dünya Yayınları, s. 23-29). İşte bu hayran olduğum hikâyeler ölçüsünde bir hikâye: “Kırda”.

DEMİR ÖZLÜ
Radikal Kİtap Eki