Bu eser teknik açıdan kolay bir roman değildir. Seçtiği konu
itibariyle insanların duygularına kolay bir şekilde hitap edebilecekken yazar
bunu seçmemiş, zor olanı yapmış, kendi duygularını anlatırken seçtiği anlatım
biçimleri ve yaklaşımlarıyla kendi duyguları ile kendisi arasına bile mesafe
koymayı başarmıştır. Böylece okuyucuyu okuduğundan etkilenme konusunda özgür
bırakmayı bilmiş ve okuyucusunun büyük bir saygısını kazanmıştır. Ne var ki bu,
roman biter bitmez okurun hemen teslim edebileceği bir saygı olmaktan çok,
belki de çok sonra anımsanabilecek ve
okuyucunun damağında “hoş bir seda” bırababilecek cinsten bir etkidir. Yazar bu
mesafeli yaklaşımını şu şekilde sağlamıştır: Romanın ana anlatıcısı ikiye
bölünmüştür: Yazar ve Mahmut. Yazar bu ikili anlatım tekniği sayesinde okuyucu
üzerinde inandırıcılığını zorlama olmadan sağlamaktadır. Bu ikili anlatıcının
birincisi olan yazar, Mahmut’un daha mantıklı, kontrollü, hızır yönüdür; diğeri
ise Mahmut... Mahmut aynı kişinin duygulu, dibe vurmuş, ama bir o kadar
gerçekçi, bir çözüm bulmadan içinde bulunduğu bu girdaptan çıkmamaya yemin
etmiş halidir. Nitekim yazar kitabın 189-192 sayfalarında yani romanın sonuna
doğru, Mahmutla aynı kişi olduğunu çok ustalıkla okuyucuya, Mahmut’un kılığına
yavaş yavaş girerek anlatır: “...nasıl olsa bunların hepsini öğrendim diyerek
hikâyenin gerisini onun yerine kendim tamamlamaya karar vermiştim,” dedikten
sonra yazar, Mahmut adına konuşarak olayı anlatmaya başlar: “Hazır yola
çıkmışken durur muyum artık, öteki arkadaşlarını da aramıştım babamın, Eminönü’ne
gidip Ordu’daki sınıf arkadaşı Hamparsum’un...” demesinden yazarın Mahmut’un
kılığına girdiğini anlarız (s 189); buna ek olarak yazar bir sonraki sayfada
öfkeyle bağırır Mahmut'un arkasından: ‘Git ve bir daha da buraya gelme sakın,
sen zaten benim yarattığım bir hayalden ibaretsin! (s 190)”demektedir.
Bu ikili anlatıcı tekniği yukarda sözü edilen bir işlevi yerine getirdikten sonra, kitabın
sonuna doğru artık yazarın ve Mahmut’un 'Tünel'in ucunda çözüm ışığını
okuyucuyla birlikte gördüğü bir noktada bu kişilik karmaşasının da 'çözülmesi'
düşüncesinden hareketle yazar, çok zekice Mahmut’u içine, yani kendisine iade
etmekte, başka bir deyişle kendisiyle Mahmut’u birleştirmekte ve böylece ilk
önce bu sorunu çözmektedir (s 189-190). Yazarın bu mesafeyi bir başka teknikle
de sağlamaktadır: Olayları olabilirlik kipinde anlatarak işin içine okuyucunun
şahitliğini çekmesi ve okuyucuyu olaylara şahit kılması. “...ama o şehir ki hep
bu arayışı hatırlattığı için ona dar geliyor olmalıydı ki artık ve zaten bu yüzden
çıkıp gelmiş olabilirdi bu köye de... (s 73)”. Kısacası yazar, ölüm ve aşk
temalarını kullandığı için okuyucuyu çok daha kolay ve ucuz yöntemlerle
etkileyecek güce ve konuma sahipken bunu hiç kullanmamış, aksine bunu yapmamak
için çok ender rastlanan bir anlatım tekniğini büyük bir başarıyla
kullanmıştır.
'Sağır Bellek' romanının kolay okunan bir eser olmamasının ikinci
önemli nedeni, aşk kavramının kadınla ilintili olarak çok temel bir öge olarak
kullanılmasına karşın, kadın ve aşkın romanın tam da göbeğine oturtulmamış
olmasıdır. Yazarın son yıllarda artış gösteren salya sümük romanların binlerce
okuyucuya ulaştığını çok iyi bilmesine karşın, kadını ve gerçek aşkı yaşamın
merkezine oturtarak romanını işlemesi, romanına daha şimdiden nesli tükenmiş bir
klasik roman özelliği kazandırmıştır. Buna bağlı olarak kadın ve ona duyulan
aşk, dahası onun ortalıkta hiç görünmeyen ama belli ki gereğinde yaşamlarına
malolan 'aşk'ları, roman örgüsünün hem derin temelinde, hem de bir bakıma
örgünün kenarında kalmıştır. Böyle davranmasının kendisine nasıl fatura
edileceğini çok iyi bilerek bunu yapmasının başka açıklaması yoktur yazarın:
Kolaycılığa kaçmadan topluma ve kendine karşı hissettiği sorumluluk
çerçevesinde 'derdini anlatması...'.
Bir yazar için kolaycılığa kaçmamak demek, bir bakıma içinde ikincil
bir kaygı, dahası bir yargı taşımadan tüm yaratıcılığını kullanarak seçtiği
konuya uygun gelecek şekilde yazarın romanını örmesi, yerine göre kendini ifade
etmesi, kendisini bize seçtiği konu çerçevesinde bize aktarmasıdır. Melih Ergen
işte tam da bunu yapmıştır. Madem ki zoru seçmiştir, anlatım tekniğinden tutun,
kullanılan cümle yapılarına, hatta çok yerel diyebileceğimiz ifadelere kadar
kendi özgürlüğünü son sınırına kadar kullanmıştır. Bu nedenle kimi metinlerarası
göndermeleri anlamayı mümkün kılacak olan, ancak yazarın kendi seçimiyle ortaya
çıkan kimi özelliklerdir. İlk olarak romanın konusu temelde ölüm aşk ve iç
hesaplaşma olunca kaçınılmaz olarak yazar kendiyle konuşur gibi yazmış: Aslında
bu uslup ve kullandığı çok uzun cümleler iç çatışmanın ve hesaplaşmanın bir
kanıtı olarak karşımızda durmaktadır. Aksi olsaydı, hasaplaşmanın
inandırıcılığı yara alırdı. Romanın zor okunmasının ikinci nedeni karakterleri
takip etmekteki zorluk. Romanı okuyup bitirdikten sonra bile okuyucu kimin
başına ne geldiğini çıkarmakta zorlanmakta ve sanki neredeyse tüm karakterler,
özellikle Suat ile Mahmut, yani baba ile oğul, birbirine sıklıkla karışmakta,
(ama hep böyle değil midir?) söylenen bir cümleyi kimin söylediğini anlamak için
sayfalarca geriye iz sürmek ve orada yapılan imalara göre karar vermek zorunda
kalıyor okuyucu. Yazarın bunu bilmeden bir romancı hatası olarak yapmış
olduğunu sanmak en azından safdilliktir; çünkü romanın genelinde nesilden
nesile geçişler, genetik mi çevresel mi olduğuna bir türlü karar veremediğimiz
tıpkı davranışlar hakimdir. Bunu anlatmanın en güzel ve elbette en etkili yolu
yazarın okuyucuları böyle bir harc-u merc ortamına çekmesidir. Bu, çok başarılı
işlevsel bir anlatım aracıdır ama tehlikesini de beraberinde getirmektedir: Zor
okunması... Örneğin, artık kendi ölümünü kabullenen bir baba ve öte yandan aşk
sayesinde ölümle, yani yaşamla barışan oğlu Mahmut’un romanın son
sayfalarındaki anlatımlarını tespit etmek için iki-üç sayfa geriye giderek iz
sürmek gerekmektedir. Yazar sadece baba ile oğul arasında ulaşılan benzerliği
kullanmakla kalmayıp bu benzerliği, hangi ifadeyi kimin söylediğini gizleyerek
pekiştirmektedir (s- 203-205). Böyle yoğun bir konuyu anlatmak için bu tekniğin
bir noktaya kadar uygun olduğu ileri sürülebilir. Buna örnek olarak, 58.
sayfada Suat’ın gençliğinde yaşadığı bir macerayı anlatan bir tek cümle var;
bir macera tek bir cümle ile anlatılıyor ve tam bir buçuk sayfa sürüyor
(S:58-59)! İşin tuhafı ise okuyucu onun bir tek cümle olduğunu asla
farkedemiyor...
Melih Ergen bu romanda oldukça büyük bir bilgi ve kültür birikimi
sergilemektedir. Roman boyunca Suç ve Ceza’nın Raskalnikov karakteri gibi
davranmaktadır Mahmut; gerçi onun gibi gerçek bir cinayet işlememiştir ama
babasını hayalen de olsa yüzüne yastık bastırarak öldürmüştür ve cinayetin
boyutunu aşan bir ceza çekmiştir. Dahası, ona bakarsanız annesinin intiharından
da, oğlunun intiharından da sorumlu olan kendisinden başkası değildir. Bu
nedenle aynen Raskalnikov’un tavanarasındaki odasına sığındığı gibi Mahmut da
annesinin inşaatı yarım kalmış olan virane evine tıkılır ve Melville’in
Bartelby’si gibi müthiş bir amaçsızlık ve umursamazlık içinde yatağından bile kalkmadan günlerce kendisiyle,
ölüleriyle, hayalinde yarattığı kahramanlarla ve geçmişiyle hesaplaşır. İçinde
yaşamakta olduğu atmosferi okuyucuya babasının ve onun babasının zamanından
beri süregelen olayları anlatırken, her olaya denk düşen bir şarkı bulur ve tüm
roman boyunca yazar ruh halini yansıtmak için, yani kasvetli bir atmosfer
yaratmak için kullanır bu şarkıları.
'Sağır Bellek' de en çok da Camus’nün 'The Stranger'ini hatırlarız.
Kitap iki nesil boyunca yaşanan bitip tükenmez ölümlerin yarattığı birikimlerin
etkisiyle aile üyelerinde anlamsızlık, boşunalık duygusu yaratmakta ve
sonucunda da ilişkilerde bir kopuş, çözülüş ve nihayet yabancılaşmalar
yaşanmaktadır. Melih Ergen’in üzerinde oturduğu bilgi birikiminin bu kitaba
yansımış olanları çok yoğun bir şekilde özümlenmiş duygu ve düşüncelere, dahası
olaylara yedirilmiş olduğu için onları ayıklayıp 'budur' diyebilmek oldukça
zordur. Ancak bu müthiş birikimin etkisinin var olduğu analitik bir okumayla
anlaşılabilir veya en azından sezilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder