Eserde
bellek, hem bir karakter hem de her şeyi bilen ve yöneten
bir varlık konumundadır. Yenidoğanda bellek, yalnızca genetik kodlardan oluşur.
Onun dışında bomboştur, yaşanmışlıktan yoksundur. Benliğin ve organizmanın
isteklerine göre öne çıkar ya da geride kalır. Bu gün geride kalan yarın öne
çıkabilir. Yani yetişkin insanın ya da canlının belleğine güvenilmez; çünkü
işine geldiği gibi gösterir kendini; hatta bazen insanda bellek ölür de kendisi ölmez! Demans hastalarında böyledir.
Onlar bir bakıma belleklerini yeni kayıtlara, yeni olgulara, yaşanmışlıklara,
yani yaşama kapatmıştır. Eski kayıtlara, deyim yerindeyse tozlu, eski
dosyalardan oluşan kişisel bir arşive dönüşmüşlerdir artık. Ölüler de böyle
değil midir? Onlar da yeni bir şey ekleyemezler belleklerine, çünkü yeni
deneyimleri olmayacaktır, ne kadar taze ve genç olursa olsunlar! Bu durum, bir
bakıma ölülerin bazı canlılardan pek de farklı olmadıklarını gösterir. Ancak
onu özleyen için muhteşem bir telafi, tanrısal bir yeniden yaratı durumu ortaya
çıkabilir: Ölülerin belleklerini arşivlemek, dillendirmek, yeri gelince onların
başkalarında yaşadıklarını göstermek onların
yakınlarına düşmektedir. Demans hastalarında olduğu gibi yaşayan bazı
insanların diğerlerini asla dinlemeden kendi bildiklerini okuyan bellekleri ise
'sağır'dır. Sizin emrinizde değildir, bağımsız bir birey, kimseden etkilenmeyecek kadar özgür bir kişilik gibi… Yaşayan insanların ölü
belleklerinden farklı olarak ölülerin yaşayan bellekleri ise, onları sevenlerin
belleklerinde parlamakta ve orada yaşamaktadır. Unutmak acıdan kaçmaktır, der
yazar, insan acılarıyla bütündür, aksi halde eksik kalır diye ekler, yani insan
acılarıyla yaşamayı öğrenmeli, onları yok saymamalı, başına gelenleri
unutmayarak deneyimlerini gelecek nesillere taşımalı ve her neslin aynı acıları
çekmesinin önüne geçmelidir.
Romanda bellek her şeyi kontrol eden
bir konumdadır. Romanın örgüsünü oluşturan geçmiş olaylar ya demans hastası
olan Suat’tan ya da kaos durumundaki belleği kendisine isyan etmiş oğlu
Mahmut’tan gelmektedir. Suat’ın belleği kendine göre bir düzen tutturmuş,
kimseyi dinlemeden, dinlese bile anlamadığı için kendi bildiğini okuyan, normal
çağrışım kurallarını alt üst eden bir yöntemle çağrışıp duran bir bellektir. O
nedenle Suat’ın anlattıkları kimi zaman sırasını yitirir, nitekim de roman için en önemli
olduğunu sandığımız bir olayın romanın en sonunda verildiğini görür ve buna da Suat’ın çok sevdiği
kızı Hilal’in doğumunu örnek gösterebiliriz (s 177). Yazarın kullandığı ikili
anlatıcı tekniği ve önemli olayları haber verirken kullandığı olabilirlik kipi
ve temel bilgi kaynağı olan Suat’ın sorguya çekilememesi, yani sağır belleği
yüzünden her iki anlatıcının da her şeyi bilmedikleri duygusu uyandırır
okuyucuda: “Kuşkusuz Suat Bey de aynen böyle konuşmuş olabilirdi o günlerde…”
(s 17). Yazar yaşayan insanları belleklerini kaybettikleri için eleştirmekte ve
“sonra da ölenlerini bir an için hatırlayıp unutuvermişlerdi (…) şimdi
insanların belleklerinde yalnızca numaralar vardı” demekte ve eklemektedir:
“Hayır, Mahmut asla unutmayacakmış, çünkü o yalnızca kendi doğrusunu arıyormuş”
(s 44-45). Ayrıca Suat’ın kör belleği "gerçekten tuhafmış, çünkü babası
neredeyse kendi adını bile hatırlamıyormuş ama garın yemekhanesine çıkan
merdivenlerindeki basamak sayısını
ezbere söyleyebiliyormuş…” (s-89). Yazar “…söylenenlerin kaç zaman önce
söylenenlerden çıkageldiğini ve yine söyleneceklere ekleneceğini ve sonra gün
olup unutulacağını bilerek hem de…” ( s 162) diyerek, aynen Suat’ın belleğinde
olduğu gibi belleğin insanın kimi zaman kâbusu olup peşini bırakmayacağını
vurgulamaktadır.
Kontrolsüz, deli belleğin varlığını
insana en çok hissettiren, doğrusu belleğin önemini öne çıkaran, onun yokluğunu
da kendi içinde taşımasıdır, yani yokluğun varlığı, boşluğun varlığı ve hatta
alttan alta yokluğun varlıktan daha önemli hal alması durumu... Yani yaşlılık
ve güçsüzlük olmasaydı, gençlik kavranamaz, ölüm olmasaydı yaşam anlaşılamazdı.
Belleğin antitezi de unutmaktır. Unutmak olmasaydı, bellek bu kadar ortaya
çıkıp kendisini gösteremezdi. Nitekim Melih Ergen de bunun farkında olduğu için
eseri boyunca bu kavramı sık sık kullanmıştır. Dahası, unutmak kavramı eserde
bellek kavramından daha sık geçmektedir, üstelik eserin tam da merkezinde
bellek kavramı bulunmasına karşın! Gerçek ölümün unutulmakla gerçekleştiğini
düşünmektedir Suat; ölmekten değil de unutulmaktan korkmalıyız mesajı verir
romanın 7. sayfasında. Böylece kalıcı bellek, yara almayacaktır başka bir
deyimle…
Unutmak
acılardan kaçmak amacıyla gerçekleşir: Suat’ın annesi o daha bir yaşında
öldükten sonra babası annesinden hiç söz etmemiş, sonuç olarak da yaşadıklarını
tamamen unutup belleğinden silmiştir. Aynı durum Suat’ın da başına gelmiştir,
“Saliha’nın ölümünden bu yana ne varsa her şeyi unuttum!" diyerek.. (s 28).
Mahmut ise babasını, muhtemelen annesini kurtarmadığı için unutmuştur:
“…gözlerinin yeşili ne zaman kaybolmuş, ne zaman ölmüştü babası, doğrusu artık
hiç hatırlamıyormuş Mahmut!” (s 29). Yazar, burada ölülerin canlı belleklerinin
önemini vurgulamak için olduğuna inandığım bir şekilde, canlı insanların ölü
belleklerini öne sürmektedir. Böylece okuyucu, kötünün iyisini seçmekle karşı
karşıya bırakılır ve elbette okuyucu çok daha insani olan ölülerin canlı
belleğini seçecek, yazar da bundan haz alacaktır (s 51). Böylece yazar
insanların belleklerini acıdan kaçmak
adına öldürdüklerini belirtmekte, asıl bunların 'hayattan caydıklarını',
yani intihar ettiklerini söylemektedir. Saliha ise hiçbir şeyi unutmamıştı ama
unutulmuştu ve unutulmak ölmekden beterdir dediği için intihar etmiştir (s 52).
Mahmut ise babasının tersine belleğini olabildiğince 'canlı' tutacak, böylece
oğluyla annesinin 'ölümüne' izin vermeyecektir. Nitekim, “…bense hiçbir şeyi
unutmadım, bundan böyle de unutmayacağım ve asla ona (Suat’a) benzemeyeceğim!” demektedir (s 56). Çünkü
Mahmut, unutmayı intihara denk görmektedir. “Ne var ki unutmak da bir tür
intihar etme biçimi değil miymiş, bile isteye unutmak yani…" (s 94 ve 201)
Hatta Mahmut bundan utanç duymakta ve bunu espirili bir şekilde anlatmaktadır
97. sayfada. Zaman zaman Mahmut da acılar içinde kaldığında serap görerek hayal
alemine sığındığında özellikle unutmak ve böylece acılardan, geçmişinden kurtulmak
ister: “…dalgalar yüzümü/gözümü/üstümü kapladığından geçmişimi de silip süpüren
bir selin içinde kaybolduğumu sanmıştım,” der (S 164). Hatırlanmak ölüme karşı
tek kozudur insanın; çünkü, “...zaten insanoğlu dediğin de hatırlandıkça
yaşayan bir yaratıktır…” diye ekler (s 199). Yazar unutmaya şiddetle karşıdır,
çünkü acıları onu kendisi kılmıştır ve onları unutmak ölmekten beterdir. Bu
nedenle o “ölülerini her gün törenlerle anarak yaşamaya razıdır” (s 204).
Muhtemelen yazar, acılarıyla yaşayanları böylesi acılara dayanamayıp intihar
ettikleri için artık kınamamaktadır. (s 204).
Sonuç
olarak ölenlerinin anılarıyla yaşayanlarla ölümün bellek zeminindeki amansız
mücadelesi olarak özetlenebilecek olan bu roman, muhteşem bir barışmayı konu
almaktadır. Ölüm ve ölülerle sağlanan bu büyük ve evrensel barış, ölüm
korkusuna da vurulmuş büyük bir darbedir ve 'sağır bellek'in yenilgisiyle son
bulur. Yaşarken ölmenin hiç gereği yok demek istemektedir yazar, acıya
katlanmak bizi en çok insan yapan özelliğimizdir ve bundan kaçamayız. Üstelik
de bundan kaçarken geleceğimize karşı olan sorumluluklarımızdan da kaçıyor,
insanlığımızı tehlikeye atıyoruz diyerek okuyucuyu derinden sarsmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder