Roman’ın
örgüsüne gelince, klasik bir roman örgüsünden dem vurmak oldukça zor bu
romanda. Geçmişteki olayların sonuçlarına katlanmak ve onların neden olduğu
acıları çekmek zorunda kalan bir kişinin acılar içinde kıvranmasını izleriz
roman boyunca: Romanın baş kahramanı Mahmut’un yaşamı artık karabasana
dönüşmüştür. Onu hiç bir yerde yalnız bırakmayan kadim dostu yazarın da... Çünkü geçmiş peşini
bırakmamaktadır Mahmut’un. Geçmişte yaşananlar döne döne, en umulmadık yer ve
zamanda karşısına dikilivermektedir ve Mahmut bundan bezmiştir artık; çünkü
öyle bir bezginlik ki bu, bunları tekrar tekrar yaşamamak için adeta geçmişe
sığınmakta, geçmişte hareket etmekte, hayali bir dünyada yaşamaktadır. Yazar bu durumu kitabın daha
ilk paragrafında, “...geçtiğim bu ıssız yolun kilometre taşlarının kötü niyetli
hayaletler gibi peşimden geldiklerini sandığım yetmezmiş gibi, aştığım bu
kilometrelerin her biri bir önümdeydi sanki!” diye ifade eder. (s 5). Geçmişte
yaşananların yükü o denli ağırdır ki Mahmut için, onları bir çeşit unutma
zemininde durup durup yeniden yaşamakta, anlamlandırmaya çalışıp çözemedikçe
bunalmakta, çaresizleşmekte, boşvermekte, hatta yaşarken kendini yok saymakta,
ancak asla vazgeçmemektedir. Bu büyük karabasan dalgasının gelip Mahmut’u ve
onunla birlikte yazarı da bulup etkisi altına alması, Mahmut’un babası Suat’ın
ve onun babasının yaşam öyküsünden kaynaklanmaktadır. Bu geri plan bilgisi
romanın en son sayfasına kadar her şeyi kontrol eden, her şeye kaynaklık eden
bir konumda bulunmaktadır.
'Sağır Bellek', herkesin başına gelirmiş gibi, çok doğalmış gibi
anlatılan acı dolu bir yaşam ve bu yaşamın kaçınılmaz sonucu olan somut ve
soyut ölümlerden oluşur. Eser sadece ölümlerden ibaret değildir elbette;
Suat’ın yaşam öyküsü okuyucuya Türkiye’nin 30'lu yıllardan 60'lı yıllara kadar
olan sosyal yaşam kesitini, böylece ülkedeki demiryolları sistemiyle
demiryolcuların yaşamlarını ayrıntılı bir şekilde aktarmaktadır. Bunu
yaparken yazar, o camiayı yakından tanıyanları bile hayrete düşürecek
ayrıntıları son derece basit, yalın, duygusallıktan uzak bir dille anlatır.
Roman, Mahmut’un babasını şehrin uzağındaki
bir hastaneye götürürken babasından öğrendikleri, hayalinde canlandırdıkları
ile köhne bir evde muhtemelen yatay vaziyette kendisiyle ve geçmişiyle
hesaplaşmasından oluşmakta... Bu uzun yolculuk sırasında Suat’ın
anlattıklarından, Mahmut’un yalnız kaldığında kafasından geçen gerçek ya da
çoğunlukla hayal ürünü düşlerinden ve Mahmut’un mantıklı, kendini kapıp
koyvermemiş tarafı olan yazarın imalarından anlıyoruz ki, bu roman babalar ve
onların oğullarıyla olan çoğunlukla belirsiz çelişkilerini ölüm ve aşk teması
eşliğinde anlatmakta... Roman boyunca ölüm, aşk, babalık, babayı etkilediği
anlamda kadın kavramları irdelenmekte... Tüm bunların yarattığı karabasanın
ortasında yalnız başına kalan bir kişinin görkemli çıkışı, kurtuluşu
gösterilmektedir. Sonuç olarak bu roman kendisiyle, geçmişiyle, ölüleriyle bir
hesaplaşma içine giren bir kişinin korkusuz, çok duygulu, ama asla duygusal
olmayan, okuyanı yüreğinden yakalayan, sade, hatta tuhaf bir tarafsızlıkla aktardığı, içten,
otobiyografik bir izlenim vermesine karşın okuyucuda bu izlenimi önceleri
uyandırmayan, dahası okuyucunun kendi iç hesaplaşmasını birinci plana çıkaran,
bir iç çatışma ve hesaplaşma efsanesi, bir ölüm ve aşk yapıtıdır. Öyle ki,
roman Oscar Wilde’ı haklı çıkaracak şekilde sonlanır: “Tüm kadınlar
annelerine benzer; onların trajedisi budur, hiçbir erkek babasına benzemez; bu
da onların trajedisidir.” Mahmut bu trajediyi en yoğun şekilde yaşarken
okuyucuyu da, özellikle çözümlerine ortak etmekte ve onu da kendisiyle birlikte
değiştirmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder