Bu evrensel ölüm kavramıysa ilk satırlardan
itibaren okuyucuyu çepeçevre sarmalamaktadır. Ölüm, istisnasız tüm insanların
en büyük korkusudur, ne kadar güçlü olursa olsun tüm insanların önünde diz
çöktükleri bir doğa olgusudur. En büyük kaçınılmazımızdır, eğer bir gün çaresi
bulunacak olsa bile, bu hiç de kolay olmayacaktır. Bu nedenle insanoğlu çeşitli
vesilelerle ölüme boyun eğmiş, buna saygı duymuş, hatta onu temel dinlerin
merkezine yerleştirmiştir. Yine de en büyük, dayanılmaz acıları ölüm yüzünden
çekmiş ve ondan hep kaçmıştır. Ölüm karşısında pek az insan ona tapınmadan, boyun
eğmeden, hatta neredeyse kendisiyle eşit koşullarda onu tartışmaya, yani barışa
davet etmiştir! Melih Ergen de, 'Sağır Bellek' de bunu yapıyor. Hem de
kanla: 189-190. sayfalarda Mahmut, sayfa 38 de geçen Derviş’in söylediğini
anlayıp 'hakikat'in peşine düşer. Yani hakikatte ölüm, “ne senin, ne benim”dir.
Sonra şöyle sürdürür: “... aşk gibi tek kişilik olduğuna göre ölüm", (...)
ya da, "İnsan bir kez anlayınca ölümle hısımlığını, düşlediğinden bile
‘özgür’ kılabilirdi kendisini” der. (s 190). Roman, sanki bir çeşit ölümler
geçididir. Nitekim Suat’ın annesi, Suat bir yaşındayken ölür ve o bunu çok
sonra öğrenir. Sonra Suat’ın minik kız kardeşi Leyla, daha sonra büyük ablası
Sabahat ölür. Babasının tayini nedeniyle taşınmalardan birinde otelde
kalırlarken kardeşi Necmiye, mangal kömüründen zehirlenerek ölümden döner. Daha
sonra ise Mahmut’un can arkadaşı Serdar ölür. Neredeyse tüm roman boyunca
Mahmut’un annesinin ve oğlunun intiharının gölgesi hüküm sürer. Annenin yaşama
bakışı irdelenirken annenin erkek kardeşlerinin peşpeşe öldüğünü ve bunun
üzerine bir iki ay içinde annesinin de öldüğünü öğreniriz. Bu arada Atatürk de
ölmüştür. Öte yandan hemen her oğul gibi Mahmut da roman boyunca babasını, yani
Suat’ı öldürmek istemektedir. Köyde pek tanınmayan Gökçe Bey’in düşüp asfaltın
orta yerinde ölümü; Mahmut’un hayalinde babasını öldürmesi; ele-avuca sığmayan
bir atın bir kurşunla öldürülmesi; hareket memurunun bir çeşit intiharı; eski tiyatro kalıntılarındaki 'uzak geçmiş
ölüleri'; Suat’ın hayali de olsa Mahmut tarafından öldürülmesi; bütün bunlara
karşılık Eczacı Hafız Mustafa’nın hiç
acısız, doğal, kabul edilmiş mutlu diyebileceğimiz ölümü... Tüm bu ölümler,
Mahmut’un oğlunun ölümünü hazırlayan genetik ve çevresel döşeme taşlarıdır.
Yazar ve Mahmut tüm kitap boyunca bu ölümü hazırlayan etkenleri 'anlamaya'
çabalamakta, bunun için zaman zaman kendi yaşamından vazgeçme noktasına
gelmekte, ama kaderci bir ruh haline teslim olmadan bu kâbusa bir şekilde son verebileceğini düşünüp onları
da kendinden sayarak ölümle, yani doğayla barışarak ölüm korkusunu yenmekte,
hatta onu sevmektedir. Suat’ın yaşadığı ölümler, Mahmut’un alt belleğini, bir
çeşit kaderini oluşturmuştur: Hemen hepsinin ani ve beklenmeyen bu ölümleri,
Mahmut’un oğlunun ölümüne kadar uzanmış ve Mahmut'un 'belleği' bunları
yargılamaya, irdelemeye başlamış, ancak normalde 'kader' sayılarak boyun eğilen
bu olaylara Mahmut isyan etmiş, aslında insanların 'acılarını unutarak' dayanma
eğilimlerini ise onları bu kez gerçekten öldüreceğini, hatta gelecek nesillerin
bile buna tepki göstermeyecekleri için sonunda unutularak ölümlerine neden
olacaklarını anlatmıştır. Yani acılarımızla yaşamayı öğrenmeli, ölümü olduğu
gibi kabul etmeli, böylece geçmiş hiç unutulmayarak gelecek kurtarılmalıdır.
Geçmişte yaşanan büyük acıların tek kazanımı budur, heba edilmemelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder