6 Nisan 2014 Pazar

Ölüm (7/11)

    Bu evrensel ölüm kavramıysa ilk satırlardan itibaren okuyucuyu çepeçevre sarmalamaktadır. Ölüm, istisnasız tüm insanların en büyük korkusudur, ne kadar güçlü olursa olsun tüm insanların önünde diz çöktükleri bir doğa olgusudur. En büyük kaçınılmazımızdır, eğer bir gün çaresi bulunacak olsa bile, bu hiç de kolay olmayacaktır. Bu nedenle insanoğlu çeşitli vesilelerle ölüme boyun eğmiş, buna saygı duymuş, hatta onu temel dinlerin merkezine yerleştirmiştir. Yine de en büyük, dayanılmaz acıları ölüm yüzünden çekmiş ve ondan hep kaçmıştır. Ölüm karşısında pek az insan ona tapınmadan, boyun eğmeden, hatta neredeyse kendisiyle eşit koşullarda onu tartışmaya, yani barışa davet etmiştir! Melih Ergen de, 'Sağır Bellek' de bunu yapıyor. Hem de kanla: 189-190. sayfalarda Mahmut, sayfa 38 de geçen Derviş’in söylediğini anlayıp 'hakikat'in peşine düşer. Yani hakikatte ölüm, “ne senin, ne benim”dir. Sonra şöyle sürdürür: “... aşk gibi tek kişilik olduğuna göre ölüm", (...) ya da, "İnsan bir kez anlayınca ölümle hısımlığını, düşlediğinden bile ‘özgür’ kılabilirdi kendisini” der. (s 190). Roman, sanki bir çeşit ölümler geçididir. Nitekim Suat’ın annesi, Suat bir yaşındayken ölür ve o bunu çok sonra öğrenir. Sonra Suat’ın minik kız kardeşi Leyla, daha sonra büyük ablası Sabahat ölür. Babasının tayini nedeniyle taşınmalardan birinde otelde kalırlarken kardeşi Necmiye, mangal kömüründen zehirlenerek ölümden döner. Daha sonra ise Mahmut’un can arkadaşı Serdar ölür. Neredeyse tüm roman boyunca Mahmut’un annesinin ve oğlunun intiharının gölgesi hüküm sürer. Annenin yaşama bakışı irdelenirken annenin erkek kardeşlerinin peşpeşe öldüğünü ve bunun üzerine bir iki ay içinde annesinin de öldüğünü öğreniriz. Bu arada Atatürk de ölmüştür. Öte yandan hemen her oğul gibi Mahmut da roman boyunca babasını, yani Suat’ı öldürmek istemektedir. Köyde pek tanınmayan Gökçe Bey’in düşüp asfaltın orta yerinde ölümü; Mahmut’un hayalinde babasını öldürmesi; ele-avuca sığmayan bir atın bir kurşunla öldürülmesi; hareket memurunun bir çeşit intiharı;  eski tiyatro kalıntılarındaki 'uzak geçmiş ölüleri'; Suat’ın hayali de olsa Mahmut tarafından öldürülmesi; bütün bunlara karşılık Eczacı Hafız Mustafa’nın hiç acısız, doğal, kabul edilmiş mutlu diyebileceğimiz ölümü... Tüm bu ölümler, Mahmut’un oğlunun ölümünü hazırlayan genetik ve çevresel döşeme taşlarıdır. Yazar ve Mahmut tüm kitap boyunca bu ölümü hazırlayan etkenleri 'anlamaya' çabalamakta, bunun için zaman zaman kendi yaşamından vazgeçme noktasına gelmekte, ama kaderci bir ruh haline teslim olmadan bu kâbusa  bir şekilde son verebileceğini düşünüp onları da kendinden sayarak ölümle, yani doğayla barışarak ölüm korkusunu yenmekte, hatta onu sevmektedir. Suat’ın yaşadığı ölümler, Mahmut’un alt belleğini, bir çeşit kaderini oluşturmuştur: Hemen hepsinin ani ve beklenmeyen bu ölümleri, Mahmut’un oğlunun ölümüne kadar uzanmış ve Mahmut'un 'belleği' bunları yargılamaya, irdelemeye başlamış, ancak normalde 'kader' sayılarak boyun eğilen bu olaylara Mahmut isyan etmiş, aslında insanların 'acılarını unutarak' dayanma eğilimlerini ise onları bu kez gerçekten öldüreceğini, hatta gelecek nesillerin bile buna tepki göstermeyecekleri için sonunda unutularak ölümlerine neden olacaklarını anlatmıştır. Yani acılarımızla yaşamayı öğrenmeli, ölümü olduğu gibi kabul etmeli, böylece geçmiş hiç unutulmayarak gelecek kurtarılmalıdır. Geçmişte yaşanan büyük acıların tek kazanımı budur, heba edilmemelidir.

Önceki Sayfa                                                                                     Sonraki Sayfa





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder